Modern liberal demokrasi anlayışının birçok savunucusu olduğu kadar eleştireni de hep oldu. Eleştirilerden kastımız “halk demokrasisi”, “İslam demokrasisi” gibi başlıkların arkasına sığınılarak yapılanlar değil. En sağlam liberal demokrasi eleştirileri, bir siyaset felsefesi olarak demokrasiye en çok inanan kimseler tarafından “radikal demokrasi”, “güçlü demokrasi” gibi adlar altında yapıldı.
Liberal demokrasi hakkında bildiğimiz en geçerli eleştiri, demokrasinin temel birimi olan “özgür yurttaş” ile liberal kapitalizmin temel birimi olan “birey” ve “çıkarlar” arasında derin bir uyuşmazlık olduğudur. Bu derin uyuşmazlığın giderilmesi için, ABD kökenli cemaatçi (komüniteryen) teoriler türetildi ama onlar da derde deva olamadı.
Gerçekten de demokrasiyi “halkın kendi kendini yönetmesi” olarak tanımlayıp, “kendi kendini yönetme” üzerine birazcık kafa yorduğumuzda, liberal demokrasilerin vazgeçilmezi olarak sunulan birçok durumun aslında demokrasiyle taban tabana zıt olduğunu görürüz. Bu nedenle siyaset felsefesini demokrasi üzerine kuran ve önerdiği sisteme “güçlü demokrasi” adını veren Benjamin Barber, liberal demokrasiye “cılız demokrasi” der ve liberal demokrasinin dayanağı olan temsil, mahremiyet, bireycilik ve haklar gibi kavramların katılımı ve yurttaşlığı yok ettiğini savunur. “Eğer demokrasi çıkarlarımıza göre yönetilmekten ziyade kendi kendimizi yönetme hakkını gerektiriyorsa, o zaman liberal demokratik kurumlar demokratik olmaktan uzaktır” diyen Barber, Amerikan toplumundaki demokrasinin düşmanlarını ve faaliyetlerini ise şöyle saptar: “Düşmanlar demokrasiyi, özelcilik kılığına girmiş umursamazlıkla, hakimiyet kılığına girmiş kibirle, bireycilik kılığına girmiş sorumsuzlukla, hak saplantısı kılığına girmiş bencillikle, uzmanlara boyun eğmek kılığına girmiş pasiflikle, üretkenlik kılığına girmiş hırsla tüketerek, yavaş yavaş içten kemirmiştir. Demokrasiyi yurttaşlıktan daha karlı yüzlerce tür etkinlik, özgürlükten daha ucuz binlerce baştan çıkarıcı kazanç mahvetmektedir.”
Liberal demokrasinin bir başka demokrat eleştirmeni Samuel Bowles ise, geride bıraktığımız 20. yüzyıl sona ererken demokratların, iktidarları daha denetlenir ve bireyleri daha özgür kılma mücadelelerinde belli başlı üç meydan okuma ile karşı karşıya oldukları düşüncesindedir. Bunlardan “birincisi küreseldir: Uluslararası liberalleşme süreci ve genişleyen ekonomik entegrasyon sermayeye düşük maliyetle coğrafi hareketlilik ve güçlü ekonomik faillere –özellikle bankalar ve belli başlı korporasyonlara- artan bir pazarlık etme gücü sağlarken, demokratik ulus-devlet özerkliğini ve etkililiğini nasıl koruyabilir?
İkinci meydan okuma içeriden gelir: Demokratik hakların ve yönetimin yeni biçimleri her toplumu oluşturan mikro-ekonomik kurumların –ister aile, ister yöre, isterse işyeri olsun- çoğunun karakteristiği olan yabancılaşmaya ve gücün kötüye kullanımına seslenebilir mi?
Üçüncü meydan okuma doğal çevremizle ve gelecek kuşaklarla ilgilidir. Ulus-devlet düzeyinde ve uygulanabilir uluslararası kurumlarda iş gören demokratik süreçler çevresel yıkım sürecini tersine çevirmeye ve kabul edilebilir bir ekolojik denge yaratmaya yeterli politikaları hayata geçirebilir mi?”
Demokratlar, liberal demokrasiye böylesine ciddi eleştiriler yöneltiyorken, geçen on yılda ABD’de Neoconların işbaşı yapması ve Irak işgaliyle birlikte “ithal demokrasi” kavramı gündeme geldi, liberal demokrasi eleştirileri ütopik bulunarak gündemden düştüler. “İslami terörizm” adında bir umacı bulundu ve bu umacıyla savaşma kisvesine bürünülerek Amerikan tipi demokrasinin korunması ve dünya çapında yayılması çabasına girişildi. Amaç, ABD liberal demokrasi imparatorluğunun dünyada geçerli tek siyasal sistem halini alması ve bu sistemin korunması ve yayılmasıydı ve bu amaca yönelik her eylem mubahtı. Oldukça kafa karıştırıcı eylemler gündeme geldiğinde cevap hazırdı: Neoconlar iyi hoştular ama biraz deliydiler. Kah doğrudan işgal kah sözüm ona “devrim” adı verilen sembol renklerle parlamentoların feshi yoluna gidilerek bir ithal demokrasi dalgası yaratıldı.
Entelektüel dünyanın kadastrosunu yapanlar, muhalif düşüncenin bırakın sahiplerinin sesini kısmayı, üretilmemesi için bile her türlü önlemi alıyorlardı. Huntington’un “üçüncü demokrasi dalgası” ve “medeniyetler çatışması”, Fukuyama’nın “tarihin sonu” ve biyoteknolojinin belirleyeceği “insan ötesi gelecek” tezleri üretildi. Önceleri yalnızca seziyorduk şu zamanlarda daha iyi anlıyoruz, meğer “fark”ı öne çıkararak, insanlığı ortak ideallerde birleştiren değerleri ayakta tutan ve geliştiren “büyük anlatı”lara savaş açan ve “her şey olur bu hayatta!” anlayışını yayan postmodern teoriler, Amerikan liberal demokratik imparatorluğunun aydın muhalefeti olmadan yayılabilmesi için akademideki kaleleri yıkan koçbaşlarıymış.
O sıralarda liberal demokrasiyi yaygınlaştırmak adına ABD çıkarlarını garantiye almaktan başka bir işe yaramayan işgallere, “devrim” tiyatrolarına, dünyanın dört bir yanında giderek daha çok yayılan ABD üslerine karşı çıkamıyordunuz. Aksi halde, zinhar demokrasi düşmanı olurdunuz ve safınız “El-Kaide” teröristlerinin yanıydı. Bu nedenle “halkın kendi kendini yönetmesi” adı altında tezgahlanan “Pentagon kurgulu ithal demokrasi” girişimlerini sessizce izlemek zorunda kalıyordunuz.
Obama’nın seçilmesi, daha ziyade ABD’deki Neocon deliliğine karşı mücadele ve ekonomik göstergeler açısından ele alındı ama aslında devranın böyle dönmeyeceğinin, ithal demokrasilerle Amerikan İmparatorluğunun kurulup ayakta kalamayacağının anlaşıldığının simgesiydi. Uluslararası ilişkileri sağlıklı olarak okuyabilenler, Obama’nın neyi simgelediğini biliyorlardı ama doğrusu, Neoconların “ithal demokrasi” anlayışının karşısına nasıl bir alternatif önerildiğini anlamakta zorlanıyorlardı. Kuzey Afrika ve Ortadoğu’da birkaç aydır yaşanan olaylarla birlikte perde de aralanmaya başladı.
Obama, sadece ABD ekonomisinde değil tüm dünyada; sadece ABD ekonomipolitiğinde değil dünya ekonomipolitiğinde bir değişimi temsil etmektedir. Zengin Kuzey- yoksul Güney ayrımı eskisi gibi uçurumlaşarak devam edemez. Atılacak ilk adım, Güney’in artan yoksulluğunu habire zenginleşen despotik iktidarların sırtına yüklemek, Wikileaks belgeleriyle buna dayanak sağlamak ve onlara karşı halk hareketlerini desteklemektir. ABD’nin büyük yatırımlar yaptığı “Genişletilmiş Ortadoğu Projesi” şüphesiz devam edecektir ama bir yağma ekonomisine imkan sağlayan liberal demokrasiler artık amaç değildir. Yeni bir demokrasi dili, liberal demokrasinin eleştirilerek demokrasinin derinleştirilmesi, dünya sisteminin daha çıkarınadır. Daha doğrusu, öyle bir yere gelinmiştir ki, eğer liberal politikaların açtığı delikler kapatılamazsa, sadece Güney’in yoksulları değil Kuzey’in varsılları da aynı gemide batıp gidecektir. Bu yüzden İMF’nin, Dünya Bankası’nın başına adeta taş düşmüş “yoksullukla mücadele”yi temel hedefleri arasına almışlardır.
Herkes, tüm ilgililer, şimdiden liberal demokrasi eleştirilerine ve yoksulluğa karşı sosyal politikalara çalışmaya başlamalıdır.
haber10.com