Bir Ölünün Ardından Kalan Sağların Anatomisi

Psk. Özlem KANDEMİR

Geçtiğimiz günlerde, medyayı olduğu kadar sokaktaki insanın gündemini de oldukça meşgul eden trajik bir ölüme şahit olduk. Günlerdir ana haber bültenlerinde, köşe yazılarında, evlerdeki akşam oturmalarında, dolmuşlarda, iş yerlerinde, sosyal paylaşım sitelerinde, bloglarda; kısacası ağzı olanın konuşabildiği ve yorum yapabildiği hemen her mecrada bu olayın baş aktörlerinin hayatları didik didik didikleniyor.  Bu ölümün ardından kendilerine vazife çıkarıp, son derece uygunsuz bir uslupla ölen kişi ve ölüm şekli hakkında nezaketsizce bir çok çeşitleme yapıladuruken biz meseleye üçüncü bir göz olarak bakmaya çalışalım şimdi.

Vakanın duyulmasına paralel neredeyse ışık hızıyla, son zamanların moda deyimiyle gündemimize tam bir bomba düştü. Yaşasın! Konuşacak,  yorum yapacak, yargılayacak, asıp kesip hüküm verecek yeni bir malzememiz vardı artık. Yazıldı, çizildi, konuşuldu; öyle ki mesele, aslından tamamen uzaklaşıp, kimin ne söylediği, ne yorum yaptığı üzerinde dolanır hale geldi. “Su testisi su yolunda kırılır” başlığı altında, evli bir kadının bekar bir “kerata”nın evinde ölü bulunmasına saygı duyamayacağını belirtmiş olan pek muhterem(!) bir yazarımızın kopardığı fırtınaya, her kesimden değişik şekillerde destek veya tepki çığ gibi yağmaya devam ederken; burada benim asıl dikkatimi çeken şey ise, insanın doğadaki en vahşi ve en acımasız tür olduğu gerçeğinin bir kez daha gözler önüne serilmesi oldu.  “Bir kimse kardeşini bir kusur ile ayıplarsa o kimse ölmeden o kusuru işler” düsturunu ne zaman unuttuk da, “başkalarının ayıplarını yağmalayan, onların hataları üzerinden pirim yaparak benliksel hazlar damıtmaya çalışan mükemmeliyet sarayının ahalileri oluverdik” Sorusu beynimi kemirip duruyor günlerdir. Bir insan, bir anne, bir kadın olarak bütün kimliklerim bir yana; bir mümin nezaketine ve hassasiyetine sahip olmanın hayatın en elzem yapıtaşı olduğuna inanmanın verdiği sükunetle, günlerdir süregelen tartışmaları, yapılan yorumları sessizce dinliyorum. Ancak -ölenin ardından konuşmak doğru mudur değil midir, hiç o polemiklere değmeden- kalan sağlar hakkında bir şeyler söylemek istiyor psikolog tarafım.
Hadi dürüst olalım ve itiraf edelim, ölüm haberi ve şekli ilk duyulduğu andan itibaren o tahrip edici şüpheli düşünceler, herkesin zihninde belirdi değil mi? Bu düşünceleri zihinlerde muhafaza etmek yerine, daha toprağı bile kurumadan, yitip gitmiş bu hayat hakkında, her kesimden her tür hayat tarzına mensup kişiler tarafından bir çok söz söylendi, türlü türlü yorumlar yapıldı, yapılıyor. Merhumun en mahrem anları, annesi, eşi, akrabaları ne hisseder diye düşünmeden çarşaf çarşaf yayımlanıyor, hakkında nezaket ve saygı sınırlarını aşan bir dizi laf ediliyor. Bu hoyratça eleştirilere karşı oluşturulan savunma hattı da azımsanacak boyutta değil kuşkusuz. Herkes kendi pencerisinden kendi savını ortaya koyup atıp tutuyor.  Hiç kimse çıkıp da, hayatını bu şekilde kaybeden bu insanı azize ilan etsin diyecek değiliz elbette. Yanlış olan bir şeylerin olduğu, bir takım soru işaretlerinin havada uçuştuğu ortada. İyi de, bizler bu konuyla neden bu kadar çok ilgiliyiz; neden bu konuyu bu kadar çok konuşmak ihtiyacı hissediyoruz? Nefsimizin koynunda, dünya denen bu dalgalı denizde; hem kendimizin hem başkalarının imtihanlarından ders çıkarmaya çalışmak yerine; sorularımızı ve suçlamalarımızı medyatik bir obje üzerine yönlendirmenin dayanılmaz hafifliğini yaşama lezzetinden kendimizi mahrum bırakmak istemeyişimiz midir yoksa asıl mesele?!!

İnsan denilen varlık bilir ki, “hatalar hep yakındır kendisine”. İnsan yanılır, hata yapar, yalan söyler, kötülük eder, kendiyle ters düşer, kandırır, aldatır, öldürür, hırsızlık yapar, günah işler; insan düşer, yanlışa düşer! Ademoğlu kusursuzluk üzere yaratılmadığı gibi, kaygan zeminlere ve hatalara da meyyaldir. Hepimiz insanız ve zaaflarımız var. Hayat boyu iyi ve kötünün, günah ve sevabın, doğru ve yanlışın sarkacında sürekli gider geliriz. Bazen dener ve yanılırız. Hatta bazen kimimiz yanıldığımızı anlamaya fırsat bile bulamadan yitip gideriz.

Kendi benliğinin yanılabilir, hata yapabilir olmaya bu kadar yatkın olduğunun farkında olan insan; gelin görün ki bunu o kadar kolay kabullenemez. Kusursuz olmadığını kolay kolay  itiraf edemeyen kişi, çoğu zaman başkalarının yanılgılarıyla, kendininkilerden daha fazla ilgili hale geliverir. Öyle ki kendini temize çıkarma kaygısıyla başkasının ayıbı/kusuru/günahı üzerinden kendini aklama çabası, onu sağduyusuna kör ve sağır edebilir. Sınanmadığımız günahların masumu sayıp kendimizi kusursuzluk tahtına oturuveriyoruz ve böylece kendi zavallı benliğimizin onurunu kurtarmış oluyoruz. Ötekinin yanlışlarına bakıp, kendi hata yapma potansiyelimizi yadsıyarak;  kurduğumuz dedikodu çemberinin içinde kendi benliğimizi narsisistik bir ayinle kutsuyoruz. Yaralarımız var ki gocunuyoruz. İşte bu yüzden bu kadar çok konuşuyor, bu kadar çok yorum yapıyor, bu kadar çok eleştiriyoruz.

Ancak yüzyıllar öncesinden Mevlana’nın bize seslendiği gibi; insan kendi kusurlarını gidermeden başkasıyla uğraşmamalıdır. Zaten kendisi o kusurları işlerken, başkasını da o kusurdan men etmesi çok da faydalı olmayacaktır hiç kimseye. Büyük bir davranış bilimleri uzmanı olarak gördüğüm zat-ı mübareğin sözlerine kulak kesilelim şimdi, alacağımız bir ders olacaktır, olmalıdır elbet:
“Karşındakinde gördüğün suç, sendeki suçun cinsindendir. Önce o huyu kendi tabiatından atman gerek. Sendeki çirkin huy, sana ondan doğru göründü. O sana adeta bir aynadır.”
Şimdi bir daha bakalım o aynaya, ne görüyoruz kendimize dair, o ayna neyi yansıtıyor bize?