Bir erkek eşini nasıl görmek ister?

Melda BEKCAN

Mutlu bir evliliği olan arkadaşım, eşi ve çocuğunu farklı zaman dilimlerinde gezmeye götürüyormuş. Eşinin annelik duygusu baskın geldiği için birlikte iyi vakit geçiremiyorlarmış.

Hayat bir oyun sahnesidir!

Kim bilir kaç kez duymuşumdur bu tanımlamayı, bugüne değin.

Ve hepimizin belli bir senaryo uyarınca dağıtılan rolleri oynadığımızı…

Evde başka, işte başka, dışarıdaki sosyal ortamda ise bambaşka bir rol!

Farkında mısınız?

Gündelik hayatta, kıyafet değiştirircesine giyilip çıkarılan rollerin sayısı o kadar fazla ki, bazı durumlarda hepsi birbirine karışıyor, gerçek benlikler ise maalesef unutuluyor.

Sıkça tanık oluyorum…

Bazı insanlar, mesai saatlerinin dışında bile, tıpkı işlerinin başındaymış gibi tutum sergiliyor, yaptıkları işin kimliğini, kalıp gibi üzerlerinde taşımaya devam ediyorlar.

Onları gördüğünüzde ‘Ha!’ diyorsunuz ‘Tam da falanca mesleğin tipi var.’

Fırsatını bulup sorduğunuzda, tahmininizde yanılmadığınızı anlıyorsunuz, çoğu zaman.

Ama tarif edilmesi mümkün olan belli başlı klişeler yok, her meslek grubunun kendine has özelliklerine göre şekilleniyor, bu tavırlar.

Örneğin tanıdığım birkaç yönetmen, set dışında bile bulundukları ortamı yönetmekle mükellef olduklarını hissediyorlar.

Sürekli olarak plan program yapıp, akışa müdahale etmeye çalışarak, kontrolün ellerinde olmasını sağlıyorlar.  

Bazı cerrahlar da ameliyat masasındaki kutsal vazifelerini normal hayatta da sürdürmeleri gerektiğine inanıp, insanlara bu perspektifle bakmaya ihtiyaç duyuyorlar.

Yanlış anlamayın; asla eleştirmiyorum.

Belki de doğru olan, onların benimsediği hayat tarzıdır.

Belki de tüm bu yaşananlar, ‘mesleki deformasyon’ tanımının içindedir.

Yani bir anlamda hayatın gerçeğidir...

Bana gelince; yaptığım işlerin tipik özelliklerini üzerimde barındırmadığımın farkındayım.

Nedense kendimi hiçbir meslek grubuna dâhil edemiyorum.

Bilmem! Belki de aidiyet duygusu ile birlikte oluşan bağın, günün birinde kopmasıyla incinmekten korkuyorumdur, bilinçaltımın derinliklerinde.

İnsanların beni, olduğum gibi sevip benimsemelerini istiyorum.

Herhangi bir sıfatla değil!

Yalın olarak.

Melda olarak…

Annelik bile olsa, hayatın içinde bana takdim edilen hiçbir rolün, karakterimi kamufle edip, maskelemesi doğru değil.

‘Şimdi durup dururken annelik de nereden çıktı?’ diye sorduğunuzu duyar gibiyim.

Aslında bu yazıyı kaleme almamı, fikirlerine oldukça değer verdiğim bir arkadaşımın eşi ve çocuğu arasında kurduğu ilişkiye dair anlattıkları tetikledi.

Duyduklarım o kadar ilgimi çekti ki sizlerle paylaşmadan edemedim.

Yıllardır mutlu bir evliliği olan arkadaşım, eşi ve çocuğunu farklı zaman dilimlerinde gezmeye götürüyormuş.

Mesela bir gün telefon açıp kızının hazırlanmasını istermiş, başka bir gün de eşinin. Nadiren dışarıda hep birlikte vakit geçiriyorlarmış.

Gerekçesi de hayli ilginç!

Eşi, kızının yanında sürekli olarak onu koruma güdüsü taşıyormuş yani annelik duygusu baskın geldiği için birlikte iyi vakit geçiremiyorlarmış.

Açıkça söylemek gerekirse ilk duyduğumda bir hayli yadırgamıştım; ama sonrasında biraz düşününce, arkadaşıma hak verdim.

Evet, yaptığı tespit gerçekten doğru.

Etrafımdaki birçok anne, çocukları yanlarında olmasa bile her zaman anne gibiler. Hep kollayıcı, hep gözetleyici ve yol göstericiler. Kısacası kendilerine verilen rolü fazlasıyla benimsemişler.

Aslında kötü değil, tam aksine çocuklarına verdikleri önemi gösteriyor bu durum.

Yalnızca dengeyi iyi kurmak gerektiğini ifade etmekte fayda olduğunu düşünüyorum.

Unutmamak gerekir ki, üstümüzde taşıdığımız bütün roller, birer yaprak gibi alıp başını gidiyor, gövdemiz ise günü geldiğinde ardına saklanacak bir yaprak  dahi bulamıyor…