Benden sor mesafelerin sırrını

Dücane CÜNDİOĞLU

Ne garip, dünyayı yorumlayabilmek için o dünyanın kendisinden uzaklaşmak zorundayım. Hiç değilse bir süreliğine. Hakkında konuşmak istediğim her şeyin dışında durmak/kalmak kaçınılamaz bir zorunluluk. Gurbet yani. Yabancılaşma.

Yabancılaştıkça anlıyorum. Yabancılaşabildikçe kavrıyorum. Uzaklaştıkça. Mesafe koydukça. Garipleştikçe. Gurbeti hissettikçe.

"Benden sor mesafelerin sırrını!" der bir defasında Tanpınar.

Ölümün sırrını...

Gecelerin sırrını... hani o buz gibi, duygusuz, tek başına ... kala kala kararmış gecelerin...

Bir de boş sokakların... yağmur birikintilerine gömülmüş kırmızı cadde eteklerinin...

Boş boş yürümenin... yalnızlığın... gerçeğin... gerçekliğin...

Sanki parmaklarım metalmiş gibi... metaldenmiş gibi... hakikati, metalden parmaklarla avuçluyormuşum gibi...

* * *

Dışına çıkılmadıkça hiçbir şey bütünüyle yorumlanamaz.

Yorumun sıhhatini temin edecek olan, pek tabii ki dışarıya çıkış, dışarıda kalış, dışarıda oluş.

Her defasında dünyadan uzaklaşmak zorundayım; yorumlamak amacıyla dünyayı karşıma almayı istediğim her defasında... dünyanın karşısına her geçişimde...

Karşımda duran şey: obje.

Üstünde durduğum şey: suje.

Dikkatle bakmalı şu iki ön-ek'e: 'ob' (über/over) ve 'sub' (unter/under).

Birini karşıma, diğerini altıma alıyorum.

Başkasını, yabancı olanı karşıma; kendimi ise altıma....

Çünkü üstünde durduğum (kendisiyle kaim olduğum) şeyin adı: 'ben' (subject).

Kendi kendimin karşısına nasıl geçeceğim?

Kendimin dışına nasıl çıkacağım?

Elbette yabancılaşarak. Öncelikle kendime. Neyi talep ediyorsam ona.

* * *

Pencerenin hangi tarafındayım bilmiyorum.

Bir evin içine mi bakıyorum, yoksa bir evin içinden mi?

Pencerenin hangi tarafındayım?

Dışarıda mı, içeride mi?

Sorunun kökeni yabancılaşmada. Gurbet duygusunda yani.

Dünyayla aramdaki mesafe gittikçe açılıyor. Uzaklaşıyorum.

Uzaklaşıyor.

* * *

'Dünya' sözcüğünü her kullanışımda, mutlaka bir önek'in yardımına başvurmak ihtiyacı hissediyorum: 'dış-dünya'.

Bu terimi şöyle de yazabilirdim: 'dış dünya'.

Yazmadım. Çünkü ben terim olarak kullandığım takdirde 'dış' sözcüğünden bir sıfat olarak istifade etmiyorum.

"Dış dünya" bir sıfat tamlaması; 'dış' da bir sıfat.

Oysa benim lugatimde "dış-dünya"nın 'dış'ı bir ön-ek. "Dış-dünya" ise birleşik ad. Bir bütün.

Dünyanın dışı değil. Çünkü bir isim tamlaması değil.

Dışına işaret edilen bir dünya da değil. Çünkü bir sıfat tamlaması değil.

Dış-dünya, başka bir dünyanın adı. Yani bir dünya hakkında konuşmuyorum. Yaptığım iş, dünyaların varlığını belirginleştirmek.

En azından bir kendi dünyamın, bir de kendi dışımdaki dünyanın. Dış-dünyanın. Yabancılaştığım dünyanın. Benden gayrısının. Ötekinin. Uzaklaşanın. Uzaklaştıkça küçülenin. Aramızda mesafeler bulunanın. Penceremi ne kadar tıklatırsa tıklatsın, sesini duymadığım, duymayacağım bir dünyanın.

Kapımı yüzüne kapadığım dünyanın.

Artık anlaşılmış olmalı: dış-dünyanın.

* * *

Efendimiz (s.a) "Bana dünyanızdan üç şey sevdirildi..." diye buyurur.

Dikkat etmeli: dünyadan değil, dünyanızdan...

Sizin dünyanızdan... veya: onların... başkalarının... insanların dünyasından... bir başka dünyadan... yabancısı olduğum, aramda hep mesafeler bulduğum bir dünyadan... bana yabancı bir dünyadan...

Dış dünyadan değil, dış-dünyadan... dünyanızdan...

* * *

Ne ilginç değil mi, insanın dışındaki dünya sadece doğa'dan ibaret değil.

Doğada, kendimi bir dünyanın karşısındaymış gibi değil, bir dünyanın içindeymiş gibi idrak ediyorum. Her kımıldanışımda doğanın bir parçası olduğumu hissediyorum. Yabancılaşmak istediğim mekân doğa değil o yüzden, toplum.

Yabancılaşma duygularını kışkırtan, insanı hicranın tâ içine gömen, her adımında onu gurbet buhranına sokan hep yine insan.

İnsanın başı, türünün üyeleriyle belâda. İnsanlarla...

Mesafe duygusunu insana veren de, insandan alan da insan.

* * *

"İnsana saygımı korumak için insanlardan uzak duruyorum" sözü Dostoyevski'nin.

Hz. Pîr de vasiyetinde oğluna halktan uzak durmasını söyler.

Kadere bakınız ki şimdi halkın hücumuna uğrayan kendisi. Gel, ne olursan ol yine de gel diye diye...

Geldiler ne yazık ki. Hem de hep birlikte. Ticket'larla...

Hz. Pîr insanlara değil, insana hasretti. Şems'e. Hz. İnsan için insanları terketmişti.

İnsana yaklaşmak, insanına yakınlaşmak için insanlardan uzaklaşmıştı.

* * *

Ey talib, sen kamışlık veya sazlık sözünden çarşıyı mı anlıyorsun? Hz. Pir'in çarşıyı, çarşıdakileri, neyinse diğer kamışları özlediğini filan mı sanıyorsun?

Sen başkalarıyla arandaki mesafeyi boşver de bak bakalım kendinle arandaki mesafe nicedir?

Ölçmekte zorlanırsan, çekinme, benden sor mesafelerin sırrını!

Söylerim.

İlk yorum yazan siz olun
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.