Rahibe Terasa’ya : “Dünyayı daha yaşanılacak bir yer kılmak için yapmamız gereken en önemli tek şey nedir?” diye soruyorlar. Cevabı çok kısa: “Birbirimizi bulmalıyız”. Soru devam ediyor: “Birbirimizi nasıl bulacağız?” Cevap yine kısa idi: “Birer birer iyilik yaparak.”
Rahibe Terasa bu fikre kendini adamıştı. Hindistan’da hasta ve acizlere yaptığı melek misal yardımlar ilgi çekiciydi.
Rahibe Terasa’nın ahlâkı İslâm Peygamber’inin ahlâkına ne kadar benziyordu. Hz. Peygamber, “İyilik yapana iyilik yapınız, kötülük yapana haksızlık yapmayınız” diyordu. Hz. Hatice Peygamberi şöyle teselli ediyordu: “Sen akraba hakkına riayet eder, çaresizlerin yardımına koşar, yoksulları korur, mazlumların elini tutar, misafirlere ikram edersin, doğru yolda musibete uğrayanları gözetir insansın, Allah seni kesinlikle utandırmaz.”
Mescidi süpüren fakir ve zenci kadını o gün Hz. Peygamber görmemişti. Hemen nerede olduğunu sordu. Öldüğünü söylediklerinde “Bana haber vermeniz gerekmez miydi? dedi. Kimsenin onun ölümüne önem vermemesini onaylamamıştı. Doğru kabrine gitti, manevi yardımına koştu.
Materyalistliğiyle ünlü GATA’da bir hocamız vardı. Bir gün bir çocuğu gizlice okuttuğunu ve hem de yardım ettiğini öğrenen arkadaşı bu hocamıza hayretle soruyor. Aldığı cevap çok ilginç oluyor. “O çocuğun gülüşü, memnuniyeti öyle güzel ki, bu bana yetiyor.”
SOMUT VE SOYUT ZEVKLER
Somut ve maddesel değerlerin doyum ve mutluluk getirdiğine inanmış insanların çoğunlukta olduğu bir toplumda yaşıyoruz. Verici olmak fedakarlık gibi görülüyor. Aslında verici olmak kişiye gerçek ve kalıcı doyum sağlar.
Yemek, içmek, cinsellik, para, makam, mülk gibi somut zevkler birer zevk tuzağı haline sıklıkla dönüşür. Bunlar kalıcı doyum sağlamaz, gerçek değildir, devam etmezler. “Para her şeyi yapar” diyen insan bir müddet sonra para için her şeyi yapmaya başlar. Böylece toplumsal ilişkiler ve bağlar zayıflar. Ardından kendini beğenmiş, sadece kendisi için çalışan, düşmanlık duygularını arttıran, dostluk duygularını zayıflatan bireyler ortaya çıkar.
Kişi kendisine ego ideali olarak somut zevkleri değil soyut zevkleri seçerse barış ahlakına hizmet etmiş olur. Doğrulara bağlılık, insanları sevmek, iyilik yapmak, sözünde durmak, bağışlayıcılık, paylaşmak, âdil olmak, barışçıl olmak, içten, samimi, iyi niyetli olmak, şefkatli, alçak gönüllü olmak, empati yapabilmek gibi soyut değerlerden zevk almayı beynine öğreten insan kalıcı ve gerçek doyuma ulaşır. Böyle kişilik özelliklerini taşıyan insanda düşmanlık duyguları azalır, dostluk duyguları artar.
SAVAŞ AHLÂKI
Eski Roma’da devlet törenlerinde önde giden güç ve otoriteyi temsil eden sembol baltanın çevresine bağlanmış sopa demetini taşıyan Romalıydı. Elindeki bir demet sopaya “Fascis” deniliyordu. Faşizm kelimesi buradan çıktı.
Hıristiyanlık öncesi Pagan kültürdeki bu özellik Neron’la zirveye ulaşmıştı. Savaş tanrılarının olduğu bu kültürde şiddet kutsallaştırılıyordu. Neron öz anne ve eşini öldürmüş bir insandı. İnsanların vahşi hayvanlara parçalatıldığı, ölümüne dövüştürüldüğü bu fetret döneminden sonra Hıristiyanlık doğdu.
SPARTA ÖRNEĞİ
Okuma, yazma, müzik, sanat, edebiyatın önemli sayılmadığı, şiddet ve savaşın kutsallaştırıldığı ilk faşist devlet Sparta idi. Atina Demokrasiyle yönetiliyordu. Burada yaşayan Platon bile buradaki düzene hayranlığını ifade etmişti.
Savaş ahlakının model alındığı bir sistemde yakalanmadıkça hırsızlık serbestti, 25 yaşına kadar gençler çıplak dolaşmak zorundaydılar. İnsan bir hayvan türü olarak görülüyordu. Cesur bir gençle iyi besili bir köpek arasında fark yoktu. Benzer sistem Mısır’da Firavun yönetimlerinde vardı. Askeri disipline sahip devlet sisteminde otoriteye sorgusuz itaat emrediliyordu. Ailede çocuk ve eş Babaya mutlak itaat etmeliydi. Otoriter, yönetici sınıf kendisini üstün ırk olarak hissediyor, bu ırkı saf tutmak için bebekler öldürülüyordu. Köleliğin beslendiği bu kültür Pagan kültür olarak anılır.
Pagan kültürdeki bu animistik düşünce bu dönemin özelliğiydi. Doğa ve doğadaki her şeyde bir ruh ve can sahibi olduğuna inanılıyordu. Bu düşünce puta tapma, büyücülük ve eşyaları konuşturma gibi inançları geliştirdi.
Hıristiyanlık dönemi
Pagan kültür Hıristiyanlık döneminde önemli bir değişime uğradı. Temel ahlaki özellikler olan barış ve merhamet kavramları ön plana çıktı. Pagan toplumlarda kan dökmek, acı çektirmek, işkence yapmak ibadet olarak kabul ediliyordu. Savaş tanrılarını mutlu etmek için kan dökmek gerekli bir eylemdi. Hıristiyanlık inancı bunu suç olarak saydı. Bunun için öncelikle köleler arasında çok yayıldı.
Hıristiyanlık döneminin son yıllarında kilise pagan kültürünün baskıcı yöntemlerini uygulamaya başladı. Püriten ahlak dediğimiz bu ahlaki özellikler kilisece çok kullanılmaya başlandı. Dünyayı doğru adaletli ve sevgi dolu yapmak için kendilerini Tanrı’nın görevini yapma konumuna koydular. “Ya sev ya terk et” düşüncesi ile Katolik dünya Endülüs Medeniyetini yok etti. Bilindiği gibi Avrupa’nın ilk hastanesi ve ilk Üniversitesini Endülüslü Müslümanlar kurmuştu.
Püriten kişilerin silahları; çok çalışmak, kurallara bağlılık, ayrıntıya önem vermek, hoşlanma duygusunu ertelemek, zevkleri başka yaşama bırakmaktı. Böylece evlenmeyen, zevkleri yok sayan şövalyeler yetiştirildi. Kilise baskısının sonucu özgürlük düşkünü insanlar Amerika’ya göç etmeye başladılar. Bunun için ABD özgürlükler ülkesi oldu. İnsanlık tarihinin yeni döneminin tohumları atıldı. Demokrasi kültürü kilise baskısına karşı oluşmaya başlarken paganizm yeniden ortaya çıktı.
Faşizm dönemi
Toplumun ve insanın iyiliği için topluma ve insana acı çektiren püriten ahlak birden Faşizm adı altında ortaya çıktı. Aydınlanma felsefesini savunanlar Hıristiyanlık yerine paganizmi koymayı uygun gördüler. Pagan semboller kullanılmaya başlandı. Hitler törenlerinde Robospiyer’in “Devrimci ibadeti”, Jakobenlerin engizisyon’un eli kanlı savaş tanrıçaları kilisede figür olarak yerini aldı. Aydınlanma süreci ve Hümanizmin Tanrıya ihtiyacımız yok öğretisi insanda hesap verme duygusunu yok etti. Dawrinizimden de etkilenerek bizi inorganik maddeler yarattı diyerek kendilerini tanrı ilan eden Hitler ve Mussolini ortaya çıktı. Hitler, Mussoluni hatta Saddam gibi çağdaş tiranlar kendi resimlerini ve heykellerini her tarafa asarak korkuyla karışık bir itaat sağlamak istiyorlardı.
Son Tanrı “Tabiat” mı?
Evrim teorisinde “Büyük varoluş zinciri” fikri deney ve gözleme göre değil akıl yürütme ile oluştu.
Tesadüfi varoluş + varlıkların yaşam mücadelesi + güçlü olanın galip gelmesi + doğal ayıklanma + güçlü olanın yaşamasında doğanın kendi kendine oluşması kabul ediliyor ve doğaya kutsal bir güç veriliyordu. Doğanın yaratıcı güç olduğu ateş, su ve toprak kutsal pagan kültürün sembolleriydi.
Darwin 1859’da “Türlerin kökeni” isimli eserini yazması ve bilim çevrelerinde onay görmesi yeni bir akımı başlatıyordu. Tabiata bilimsel yaklaşımla yaratıcılık veriliyordu.
Sosyal Darwinizm’in çıkısı
“Yaşam mücadelelerinde kayrılmış ırklar” tezini öne sürdü. Beyaz ırk kayrılmış ırk olarak gördü, diğer ırkları köleleştirebileceğini söyledi. Böylece ırkçılığa ve savaşa meşruiyet kazandırıyordu. Irk ıslahı (öjeni) kavramı Antik çağdaki Spartalılardan sonra tekrar ortaya çıktı. Hitlerin ünlü kafatası ölçümleri bilinmektedir. Savaşı biyolojik bir gereklilik olarak gören Darwinizm ırkçı ve askeri uygulamalara haklılık kazandırarak insanlık tarihinin en büyük savaşları olan I. ve II. Dünya Savaşlarına ideolojik zemin hazırlamıştı.
Nietzche’nin etkisi
Üstün insanların kuracağı aristokratik bir dünya düzenini savunan Nietzche ”sevgi, merhamet, tevazu” gibi kavramların üstün insanın çıkışına engel olduğunu, savaşçı, acımasız ve sert olmanın en büyük güç olduğunu söylüyordu. Semavi dinlerin ahlak anlayışına şiddetle karşı çıkarak Roma ve Yunan Pagan kültürüne dayanan “Dünyayı değiştirecek yeni bir Sezar’dan” söz ediyordu. Deccal (Anti Christ), “Böyle Buyurdu” Zerdüşt kitapları ile”Savaş modeli”nin felsefesini oluşturmuştu. Bunun için Nietzche için Faşizm babası denilmektedir. Zira Hitler Nietzche’nin kitaplarını kutsal kitap olarak benimsemişti.
Hıristiyanlığın dünya hakimiyeti için gerekli ruhsal enerjiyi sağlayamadığını söyleyen, bu nedenle antik çağın pagan kültürüne dönen 20. yüzyıl modernizmi Türkiye’de de yansıma buldu. Şamanizmi aynı amaçla öne çıkaranları tarihçiler kaydetmektedir. Fakat bu antik kültürler savaş modelini desteklediklerini göremediler. Teknoloji ile pagan kültür birleşti ve nükleer silahlar ortaya çıktı.
Demokrasinin doğuşu
ABD ve İngiltere aydınları insanlığın yüce değerlerinin kavga ile değil uzlaşma ile olacağını, Sparta modeli yerine Atina modeli olan Demokrasinin çözüm olduğunu görmeye başladılar. Batı böyle felsefi bir arayış içerisinde iken Müslüman dünyası ortaya bir model çıkaramıyordu. Arap yarımadası, Mısır ve Pers İmparatorluğundaki Pagan kültürü yok eden savaş; kan dökme ve ırkçılık yerine barış, uzlaşma, yardımlaşmayı getiren İslam dini kendini ifade edemedi. Böylece barış ahlakının doğuşunu yine Batılılar gerçekleştirdi. Özgürlük, sevgi, merhamet, uzlaşmacılık gibi semavi mesajlardan alınan değerleri Batı kendisine tekrar mal etti. İnsanlığın son evrelerinden olan post modernizme gelindi. Artık birey vardı, “Toplulukla birlikte hareket et ama tek başına yürü” bireyciliği ile insanlığa barış getirmeye çalışıyor.
Küresel ahlak deklarasyonu
New York Üniversitesi öğretim üyelerinden Adli Tıpçı Psikiyatirst Dr. Micheal Welner insanlık tarihinde ilk defa bir ölçek geliştirdi. Gerekçesi ise kana susamış, hor gören, acımasız, kolayca suç işleyen insanların çoğalmasıydı.
Demokrasi içerisinde barış ahlakının yerleşmesi gerekiyordu. Bunun için 1993 yılında Chicago’da Dünya Dinler Parlamentosu “Küresel ahlak deklarasyonu” yayınladı.
Küresel ekonomi, küresel siyaset ve küresel çevre büyük krizdedir. Böyle giderse dünya yaşanmaz olacak, tarihin sonu gelecekti. Küresel ahlak olmadan küresel düzenin olamayacağını, insanlığın barış içinde bir arada yaşayacağı düzene ihtiyaç olduğu vurgulanıyordu.
Kimse kendisine yapılmasını istemediği şeyi başkasına yapmamalıydı. Irksal, cinsel, sınıfsal, bireysel her türlü egoizm reddedilmeliydi. Hayata saygılı, şiddet içermeyen barış kültürüne ihtiyaç vardı.
Sadece insan değil yeryüzünde her şey saygıdeğerdi. Adil ekonomik düzen olmadan küresel barış olamayacaktı.
Vahşi üstünlük kavgaları ekonomik ve siyasi gücün yönü olmamalıydı. Aç gözlülük kavgaya, alçakgönüllülük barışa götürürdü.
Her meslek kendi etik kurallarını geliştirmeliydi.
İnsan bilinci gelişmeden dünya asla iyiye götürülmezdi.
İKİ AHLAK ÖĞRETİSİ
Seküler, Pagan kültürün ahlak öğretisi ile evrensel, semavi kültürün ahlak öğretileri insanlık tarihi boyunca hep çarpıştı. Bazen biri bazen diğeri baskın oldu.
Seküler Ahlak öğretisinin Ego ideali menfaat, semavi ahlak öğretisinin Ego ideali Tanrıyı memnun etmektir.
Seküler Ahlak öğretisinin dayanak noktası kuvvettir. Güç, para ve sosyal konum kullanılarak sorunlar çözülmeye çalışılır. Semavi ahlak öğretisinin dayanak noktası adalettir. Sorunlar adil çözüm kaygısı ile çözülmeye çalışılır. Güçlü, paralı, makam sahibi olan değil haklı olan lehine çözüm gelişir.
Seküler ahlak öğretisinin yaşam prensibi mücadeledir. Yaşam bir mücadeledir. Başarı için her şey mubahtır. “Başarılı, zengin ol, başkasını düşünmen gerekmez” ön kabulü ile hareket edildi. Barışçıl olmayan bir rekabet öngörüldü. “Başkası açlıktan ölse bana ne” düşüncesi beslendi.
Semavi ahlak öğretisinde yaşam prensibi mücadele yerine yardımlaşma idi. Paylaşma ahlakı “infak” kavramı içinde önerildi. Kendisinden önce komşusunu, zayıfı, yoksulu düşünmek övüldü.
Seküler ahlakta sosyal bağ olarak ırkçılık ve bölgecilik teşvik edildi. Şovenizm üstün ırk, üstün insanı öngördü. Sonucu kavga ve savaşlar şeklinde ortaya çıktı.
Semavi ahlakta sosyal bağ olarak din, vatan, sınıf bağı öngörüldü. Kültürel değişkenliğe daha uygun bu özellikler dostluk duygusunu arttırıcı, düşmanlık duygusunu azaltıcı nitelikteydi.
Seküler ahlakta kullanılan yöntem Ben merkezci bireysellikti. Rekabet ve yarışmacılık kutsallaştırıldı. Barışçıl, uzlaşmacılık önemsenmedi. Yetinmemek, doymamak gerektiği öne sürüldü.
Semavi ahlakta kullanılan yöntem sınırlı bireysellikti. İnsan özgürdü, ama Tanrının kuluydu. Vicdanında bir yasakçı olmalıydı, polis korkusundan önce zihnindeki bekçiyi düşünmeliydi. Empatik iletişim gerekliydi, sadece kendin için yaşamıyordun. Bir ailenin ve toplumun üyesiydin.
ÜÇ BARIŞ
Ruh sağlığının en önemli göstergesi insanın kendisiyle, sosyal çevresi ile ve meslek çevresi ile barış ve uyum içinde yaşamayı başarmasıdır.
Hangi öğreti insanın kendisi ile barışık olmasını, ailede mutlu yaşamı ve iç hayatında barışı sağlıyorsa o öğreti insan için doğru demektir.
Nebraska Üniversitesi Aile Araştırma Merkezinde yapılan bir araştırmada mutlu ailelerde üç özellik belirlendi. Birincisi birlikte zaman geçirmenin çok olması, ikincisi takdir, övgü sözcüklerinin çok kullanılması, üçüncüsü birlikte Pazar ayinlerine gidilmesiydi.
İş yönetiminde toplam kalite için ideal işletmede çalışanların kendisini aileden birisi gibi hissetmelerinin gerekli olduğu söylenir.
BARIŞ ESAS, SAVAŞ İSTİSNADIR
İnsanlık tarihindeki savaş hiç bitmemiş ama hayvanlar arasında yardımlaşma kavgadan daha çoktur. Mikroorganizmalar bitkilerin, bitkiler hayvanların, hayvanlar insanların eksiklerini tamamlar. Bir timsah veya aslan tok olduğu zaman hiçbir şekilde saldırmaz. Ama insan şahsi çıkar için en yakınına kötülük yapma potansiyeline sahiptir.
İçimizdeki kötücül güçlerin hakim olduğu zaman savaş ve kavga artar. İçimizdeki iyicil güçler hakim olduğu zaman uzlaşma ve barış ön plana çıkar. Bunun için iyi yönümüzü geliştiren ahlaki öğretilere teknoloji çağında daha çok ihtiyacımız vardır.
Teknoloji çağdaş iyi insanların elinde olmazsa tarihin sonunun yaklaştığını söylemek kehanet olmayacaktır.