Bağlanma Teorisi Perspektifinde Siyaset Analizi

Psk. Özlem KANDEMİR

İnsan, dünya üzerindeki yaşamını sürdürdüğü müddetçe, etrafında varolan bir güvenlik çemberinin içinde emniyetle yaşamak ister. Oysa bu güvenlik çemberi, dış dünyanın saldırılarına karşı her daim açık hedef halindedir. Öyle ya, kızını tehlikelerden korumak için denizlerin ortasına kaleler/kuleler yaptıran kralların durumundan bu ihtiyacın tarih boyunca nerelere vardığını görebiliriz. Bu tehdit algısı sonucunda oluşan agresyon (saldırganlık) dürtüsü, bu güvenlik çemberinin sınırlarının alt-üst olması ihtimali sonucunda ortaya çıkan bir durumdur. Davranış bilimlerinin en önemli teorisyenlerinden olan Bowlyby, saldırganlığın kökenini “güvensiz bağlanma” kavramı ile açıklar.

 Psikolojinin en bilindik teorilerinden biri olan Bağlanma Kuramı’na göre; yaşamın erken dönemlerinde belirlenen ve süreklilik gösterdiği düşünülen bağlanma biçimi, kişinin diğer insanlarla ilişki kurma örüntüsünü şekillendiren en önemli fenomendir. Kişinin başka bir

kişi ile yakın bir ilişki kurup kuramadığı ve bu ilişkinin destekleyici ve koruyucu özellikler  taşıyıp taşımadığı, hayatının her döneminde ve yakın ilişkilerde gözlemlenebilir. Bebekler yaşamlarının ilk günlerinden itibaren anne ile yakın duygusal bir ilişki kurarlar. Her ihtiyaç duyduğunda bu şefkat nesnesinin bebeğin yanında olmasıyla, bir rahatlama ve doyum yaşayan bebeğin emniyet ihtiyacı da giderilmiş olur. Bebeğin şefkat, sevgi ve emniyet ihtiyacını karşılayan kişiye bağlanması; onun hayat boyu sürecek emniyet arayışının ilk ürünüdür. Yetişkin hayatımızdaki ruhsal olgunluğun ve bütünlüğün de temeli olan bu “bağlanma” ihtiyacının tezahürlerini; bazen sığınacak korunaklı bir liman arayışında, bazen başımızı yasladığımız  bir omuzda, bazen bize güç veren bir sözde, kimi zaman da gücünü doğrudan hissettiren bir lidere olan bağlılığımızda görebiliyoruz.

Güvensiz bağlanma, dış dünyanın tehlikelerinden korunmak isteyen ancak bu güvenliği elde edemediği için sevgi nesnesine(anne/baba/bakıcı vs)  tereddütlü bir biçimde bağlanan çocuğun durumudur. Sevgi ve şefkatin kaynağı olan kişinin, ihtiyaç duyulduğu anlarda orada olmaması bir endişe, kayıp ve yas tutumunu da beraberinde getirebilir. Ayrılık, (ağlama gibi eylemlerle) protesto edilecektir ve bu durumun uzaması da güvensizliğin yansıması olacaktır. İşte ruhsal gelişimin kilometre taşı budur: İhtiyaç duyulduğunda ihtiyaç duyulan nesnenin ulaşılabilir durumda olması ve ihtiyacın giderilmesi ile kazanılan emniyet duygusu. Dış dünyanın ürkütücülüğüne ve tekinsizliğine karşı, bağlanma nesnesi(anne/baba/bakıcı vs) asayişin berkemal olduğuna dair sinyallerini her daim hazır tutmalıdır. 

Çocukta kişiliğin gelişimini kritik bir şekilde etkileyen bağlanma yaşantısı, hem kültürün bir ürünü hem de o kültürün bireyde nasıl vücut bulacağının öncülüdür. Yani bağlanma yaşantısı ile hem bir bağlanma kültürü oluşur hem de düzen, otorite, güvenlik ve kontrol fikirlerinin günlük yaşantımıza ne şekilde kodlayacağımız da belirlenmiş olur. Bütün bu teorik açıklamaların sonunda gelmek istediğim asıl mesele ise; bu kodlamalar yapılırken, çocuğun günlük hayatında aşırı koruma ve ilgiye maruz kalması, bağlanma yaşantısın ne kadar kudretli olduğuna değil de ebeveynlerin çocuğu kendilerine ne denli bağımlı hale getirebileceklerinin bir işaretidir. Aşırı ilgi ve alakayla karşılanan emniyet ihtiyacı ve her daim her koşulda sürdürülen aşırı koruyucu/müdahale edici tutum,  çocuğun bağlanma nesnesine “bağımlı” hale gelmesine neden olur.

Çocuklukta kişilik gelişimini açıklamak için geliştirilmiş olan Bağlanma Teorisinin, Türkiye’deki günlük siyaseti anlamak açısından da doğru bir metafor olacağını düşünüyorum. Liderlere bağlanmaya olan ihtiyaç, çocukluk döneminde vuku bulan güvenli-güvensiz bağlanma ihtiyacının farklı bir tezahürüdür. Türk siyasi hayatında sahne almış olan kişileri düşündüğümüzde “ata-baba-bacı-ana” gibi rollere soyunan liderlerin varlığı da savımı destekler nitelikte olsa gerek. Bir adım daha ileri gidip söz konusu kimliklerin -siyaset sahnesinden kolay kolay çekilmemelerini de kanıt göstererek- ebeveynlik vazifesini sonuna kadar sürdürmek konusunda ne kadar kararlı olduklarını öne sürebiliriz.  Şapkasını alıp altı kez giden ancak yedi kez de geri gelmekle övünen bir politikacıyı, başka hangi ülkenin siyaset tarihi yazar acaba?

Tanzimattan beridir kendisiyle kavgalı olan ve duygusal gelişimi sekteye uğratılmış bir toplum da, doğal olarak bu kişilerle olan münasebetlerinde çocuk rolünü kolaylıkla benimsiyor. “Baba bizi kurtar” ya da “Sen bizim bacımızsın sen ne dersen o olur” çığlıklarını hatırlayınız. Burada halkın “bağlanma” davranışının kudretini yabana atmamak gerek elbette. Siyasiler oturdukları koltuklara yapışıyor, halk da onlara. Önceki yüzyıllarda insanların bağlanma ihtiyaçlarını karşılayan saltanat,  makyaj yapıp yüzünü yenilemiş bir şekilde hüküm sürmeye devam ediyor.

Gerçekten de güçlü bir otorite figürü insanlara emniyet ve güven duygusu verir. Son birkaç yüzyılını sürekli travmalarla geçirmiş bir millet için, güven duygusunu “aynılık” kavramından devşirmek istemek çok da yadırganmamalı belki de. Siyasi arenada aşina yüzlerin varlığı, emniyet duygumuzun devamlılığını sağlar ve herşeye rağmen işlerin yolunda olduğunu hissettirir bize. Atamız, babamız, anamız, bacımız hala yerlerindeyse, çok şükür bizler de sağ ve salimizdir. Ancak modern dünyanın rasyonel zemininde bu durumun bizi bir hayli komik duruma düşürdüğünü de kabul etmek durumundayız.  Artık toplumun bağlanma ihtiyacı ve aşırı desteğini köle-efendi ilişkisi şeklinde yürütmek isteyen, bunu mutlak aidiyete dönüştürmeye çalışan politikacıların devri kapandı/kapanmalı. Seçim meydanlarında “kurtarıcı paketler” açıklamak işi de bu söylediklerimle gayet uyumlu.

Son on yıldır Türkiye siyaset arenası ciddi bir dönüşüm yaşıyor. Bu dönüşüm kimi noktalarda Türkiye’nin iç kondisyonuyla alakalı kimi noktalarda da küresel konjonktürün bir sonucu olarak ortaya çıkıyor. Artık basit gerekçelerle kitlesel manipülasyonlar yapmak eskisi kadar kolay olmayacak. Kendi gücünü fark eden bireyler ve bunun bir sonucu olarak yeni kitleler oluşuyor. Bağlanmak yada bağımlı olmanın gerekçeleri gittikçe zayıflıyor. Bilgiye ulaşmanın basitleşmesi bu dönüşümü daha hızlandıracak. Bu dönüşümün siyaset arenasında en temel sonucu Türkiye’nin tepeden inme demokratik geleneğinde ki yapısal sorunların ortadan kaldırılmasına yönelik olacak. İktidar bir grubun elinde kitlesel kılıf altında belirleyen olmaktan öte müdahaleci ve kitlenin kendi öz dinamiklerinden beslenecek. Yani sözün özü bağlanma handikabıyla boğuşan çocuğun olgunlaşması için sosyo-politik dönüşümün zemini gittikçe oluşuyor yada sağlamlaşıyor. Tıpkı kendi potansiyelini kullanmakta özgür ve maharetli olan sağlıklı bir yetişkin gibi…

İlk yorum yazan siz olun
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.