Bir rivayete göre her gece rüya gördüğümüzde kendimizi hipnotize ediyoruz. Saldırganlığımızı keskinleştiriyoruz.
Mağaralarda yaşadığımız dönemlerde saldırganlığımızı diri tutmamız gerekirdi. Bu nedenle geceleri saldırganlığımızı diri tutacak rüyalar görüyoruz. Bunlar tabii biraz hipotetik şeyler ama genel olarak baktığımız zaman her gün aşkımızı büyüttüğümüz ve geceleri aşk rüyaları görmek için aşk uykularına yattığımız bir gerçek…
Çocukluk döneminden itibaren çizgi filmlerle zihnimizin en namütenahi köşesine nakşedilen; dizilerde, şarkılarda, kitaplarda ve filmlerde her halin imkânsızlığına ram olarak senaryoların vazgeçilmezi olan yine aşk…
Belirli bir dönemden sonra âşık olmayan ya da aşkı mümbit bir kalbin sürrealist gerçekliğine dönüştürmeyenler dışlanıyor hayattan… Sonra öyle bir hal alıyor ki maşuk, aşkın med cezir halini cennet ya da cehennem olarak görüyor. Artık aşk sizin ya cennetiniz oluyor ya da cehenneminiz… Bu cümleden mülhem olarak Schopenhauer aşkın metafiziğini anlattığı “Aşka ve Kadınlara Dair” isimli kitabında; “Her türlü aşk ilişkisinin; ister trajik, ister komik bir mahiyete sahip olsun, gerçekten insan hayatındaki diğer bütün hedeflerden daha önemli olduğunu ve peşinden koşulurken gösterilen esaslı ciddiyeti de tamamen hak ettiğini” söylüyor.
Bu yazımda aşk nedir sorusuna cevap arayacak değilim; çünkü bu sorunun insanlık var olduğundan beri sorulan ama ortak bir cevabı bulunmayan bir soru olduğunu biliyorum.
Son dönemlerde televizyonlara yansıyan ve gazetelerin üçüncü sayfa haberlerinin vazgeçilmezi olan aşk cinayetlerinden bahsedeceğim. Arabesk aşkın (Bu akşam ölürüm beni kimse tutamaz, ya benimsin ya toprağın vb.) geldiği son aşamayı görmek açısından, son yıllarda yaşanan aşk cinayetleri ve vakalarının neredeyse “aşk bir hastalıktır” sonucunu doğurmaya başladığından söz edeceğim. Çünkü insanlık literatürüne Leyla ve Mecnun’un, Romeo ve Juliet’in aşklarıyla birlikte, takıntılı, anti-sosyal ve depresif aşklar gibi birçok aşk çeşidi de girmeye başladı.
Asıl üzerinde durmak istediğim konu topluma ve insanlara zarar vermeye başlayan, öldürmesine ya da yaralamasına rağmen vicdan azabı duymayan aşktır/âşıklardır… Bu, aşkın arızi durumudur… Dürtüsel davranışları ilk zamanlarda onun tutkulu bir âşık olduğunu düşündürebilir; fakat bu kişiler kolay kolay vicdan azabı duymadıkları, bu dünyada sevdiği kişiden başka hiçbir şeyin öneminin ve anlamının olmadığını düşündükleri için sevdiklerine zarar verir ya da onu öldürürler. İşte “aşkına karşılık bulamadı öldürdü ya da ayrılmak isteyen sevgilisini öldürüp intihar etti” şeklindeki habere konu olan aşklar bu minval üzeri olan aşklardır. Aslında bu durum aşkın hastalığa dönüşmüş halidir. Hastalıklı âşık da, her halde vahdeti yaşadığı ve her durumu içselleştirdiği için hem sevdiği kişiyi hem de kendisini öldürebiliyor. Zaten Oscar Wilde’nin de hakikat olarak insanlıkla paylaştığı bu değil miydi? “İnsan sevdiğini öldürür.”
Peki, insan sevdiğini neden öldürür ya da sevdiği kişi için ölür.
Bunun öncelikle sahip olma duygusu olduğunu söyleyebiliriz. Sevdiği kişiye her şeyiyle sahip olma ve onu kimse ile paylaşmama… Gerçekten de bir insana yarı yarıya sahip olunmaz; burada sahiplenme ya mutlaktır ya da değildir. Kişi ise bölünmez bir bütündür. Kendisini çok kişiye vermesi, kimseye vermemesi demektir. Eşyalar paylaşılabilir veya el değiştirebilir ama insanlar paylaşılamaz ve el değiştiremezler. Başkasına ait de olamazlar.
Varlık ve Hiçlik adlı yapıtında Sartre, “Sahiplenme arzusunu var olma arzusuna dayandırır; dünyada yalnız değiliz; sınırsız özgürlük hissettiğim halde bana bakan, beni tanımlayan, beni eşyaya dönüştüren başkası var. Aşk, başkası tarafından bana yapılan tehdide karşı, saldırgan yanıt biçimlerinden biridir.” der ve tanımlamaya devam eder; “Aşk bir savaştır; savaş için geçerli olan, aşk için de geçerlidir. (Kuşatma, manevra, tuzak, saldırı…) Tehdit edilen varlık, başkasının özgürlüğünü özgürlük olarak almaya, sahiplenmeye kalkışır.”
Bir diğer neden ise çocukluktan itibaren karşılanmamış sevgi ihtiyacı olabilir. Aslında kopamadığı, bırakmak istemediği karşısındaki kişi değil, kendi zihninde idealize ettiği kişidir. Kopamama nedeni de sevgi ihtiyacı veya yalnız kalma endişesidir.
İnsanlar yalnız ve sevgisiz yaşayamayacağı için ailede göremediği sevgiyi dışarıda arıyorlar ve sevdikleri kişileri de sağlam bir kulpa tutunmuş gibi -ölümü bile göze alarak- bırakmıyorlar. Bencilce sevdikleri için (aslında başka türlü sevmeyi beceremedikleri için) karşıdaki kişiyi yalnızca kendi şartlarına uydurarak ya da zorlayarak seviyorlar. Bu da kendi hayatını veya karşıdaki kişinin varlığını öldürmeyi göze almayı gerektiriyor.
Bu kişilerin ilişki biçimlerine baktığınız zaman çoğu kez aynı şeylerin tekrar tekrar yaşandığını görürsünüz hayatlarında… Âşık olan kişi diğerini, kendi yaşam şartlarına, değer yargılarına, beklentilerine, hayallerine o kadar çok uydurmaya çalışır ki sonunda karşı tarafın yaşama alanı da yok olmaya başlar. Bir taraf memnun görünürken halinden, diğer taraf bir süre sonra yaşayan bir ölüyle dolaştığını fark eder. Ondan ayrılmak ister ama ayrılamaz; çünkü bu aşamadan sonra hayat, ölüm ile aşk arasında bir tercihe dönüşür ve genellikle de ölüm tercih edilir.