Aşk mı Bağımlılık mı?

Psk. Nihan EFE

         Günümüz teknolojisi, aradığımız (ya da aramadığımız) her şeye kolayca ulaşmamızı sağlarken, hayatlarımızın belirli kavramların belirli biçimleriyle örülmesini ve şeylerin bu belirli yönüyle abluka altına alınmamızı da kolaylaştırıyor.Biz, ulaşılabilirliğin böyle “kolay”, (ya da hızlı, ya da sınırsız, yerine ne istersek koyabiliriz) olduğu çağda, hızla içerikleri değişen kavramlarla, ya da o kavramın “doğal olarak böyle” kabul ettiğimiz bir anlatım biçiminin, günlük hayatta tükettiğimiz herhangi bir şey gibi şarkılarda, reklamlarda, markalarda, dergilerde, gazetelerde, televizyonda, okulda, evde an be an karşımıza çıkmasıyla bizden önceki kuşaklara oranla çok daha haşır neşir bir jenerasyonuz şüphesiz.

Bu tüketim çemberine en çok malzeme olan kavramlardan biri de aşktır. Aşk var mı? Yok mu? Ne zaman biter? Ne kadar sürer? Hastalık mıdır? Ölmek midir? Doğmak mıdır? Nasıl yaşanır? Bir tüketim midir? Tükenmek midir ya da? Bu sorular da herhangi bir iletişim aracı vasıtasıyla sıklıkla karşılaşabileceğimiz türden sorular.  Biz aşkı küçüklüğümüzden beri kitaplardan, filmlerden, en çok şarkılardan, artık sık sık dizilerden bildiklerimizle tanıyıp kavramlaştırdık.   Biz modellerimizi bu donatıldığımız “biçim”lerden aldık, sanki aşkı hep böyleymiş gibi kabul ediyoruz. Popüler kültürün önümüze bir paket gibi attığı haliyle; “yanmak”, ”perişan olmak”, “derbeder olmak”, “yıkılmak”, “tükenmek”, ”ölmek”, ”mahvolmak”, ”sahip olmak”, ”kendini vermek” sözcükleri, “romantik aşk” imgesiyle en çok aklımıza gelebilecek sözcükler listesinin başlarındadır. Aksi de çok beklenemez, büyüdüğümüz yılların şarkılarından birkaç örnek vermek bile, bu nevrotik aşk anlayışımızın kökenlerine birer gönderme yapacaktır:

Sezen Aksu, henüz biz çocukken haykırmıştı aşkın ancak kendisi için ölündüğünde aşk olabileceğini. Şimdi 20’li yaşlarında olanlar çocukluğundan hatırlayacaklardır Levent Yüksel’in Med-Cezir albümünden “Ölürüm yoluna, yine de sana boyun eğmem.” dizelerini. Nilüfer’in 80’li yıllarda seslendirdiği bir şarkıda “Bu gidişle bu aşk beni öldürür, duy beni tanrım sen al canımı.” dizeleri yine bir umutsuz aşka yazılmıştı. Bu örneklerin benzerlerini arabesk müzikte aradığımızda işimiz haliyle hiç de zor olmayacaktır. ”Sen tanrı mısın, beni öldürdün?”, “Bu canımı sen verdin, benden almak istiyor” dizeleri, Müslüm Gürses ve İbrahim Tatlıses’ten birer örnek. Bu örnekler sadece pop ya da arabesk müzikte değil, gençlerin tercih ettiği kimi rock gruplarında da aşk kavramına bu duygulara çok yakın kelimeler eşlik etmekteler. Mor ve Ötesi’nden “İyi ki varsın, iyi ki yokum” ,ya da duman grubundan sevgiliye aşkından ne hale düştüğünü anlatan “Haberin yok, ölüyorum” de böyle örneklerden. Şunu hemen belirtmekte fayda var,60 ve 70’lerde savaş sonrası çocuklarının sosyal ve siyasal alanlarda yapmaya çalıştıkları özgürlük ve bağımsızlık vurgusundan sonra 80lerle başlayan furyalarda yabancı kaynaklı bir çok müzikte de aşkın bu tasvirini görmek mümkün, günümüzden bir örnek vermek istesek Placebo grubunun “Without you I’m nothing” (Sensiz Ben Hiçbir şeyim) şarkısı bu tarifte kusursuz bir yer edinebilir kendine.

Bunun sadece şarkılarla sınırlı olmadığını söylesek hata yapmış sayılmayız. Yerli yabancı bir çok filmde aşk ve ölüm teması beraber işlenmiş, doksanlı yıllardan itibaren moda olmuş romantik komedilerde ise terk etme, terk edilme, ilişkiye başlama süreçleri hemen hemen aynı sancılı hallerde (biraz karikatürize edilerek) tasvir edilmiştir.

Bu örnekler her ne kadar güncel örnekler olsa da, aşkın bu versiyonunun sadece bu yüzyılda yapılandırıldığını düşünmek hata olacaktır. Aşkın çilekeşliği vurgusu sadece bu çağda, ya da gelişen teknolojiyle yaygınlaşan ve gerçek kabul edilen hakim söylemler yoluyla karşımıza çıkmıyor. Bu özelliklerin sadece yaygın iletişim ağı sayesinde insanları bir şeylere

İnandırmakta biraz daha kolayca başarılı olduğunu söylemek mümkün. Geriye dönüp baktığımızda, örneğin Tolstoy, günlüğünde aşkın,şimdiye dek okuduğu ya da duyduğu gibi bir şeyse onu hiç yaşamadığını,bilmediğini söylüyor önce. Daha sonraları ise A.’ya duyduğu yıkıcı aşktan; günlerce boş yere beklediğini anladığını, hayatında hiç duymadığı bir aşkla tutulduğunu, ölesiye ıstırap çektiğini anlatarak bahsediyor (Akt. Krisch,2002). Biraz da kültürel ve tarihsel kökenlere indiğimizde; aşkın nasıl olması gerektiğini belirleyen, aktaran teknoloji yüzyılının özelliklerinden gerilere giderek başka bir kaynağa ulaşıyoruz; dine. Kendini adama, kendinden vazgeçme, ona sahip olma, sahiplenilme ve tabi ki bütün bu derinlemesine sarsıntılı süreçlere eşlik eden eziyet, zulüm, cefa. Bu, modernizm öncesi dinsel inanışlarda görülen ve hayatı esas olarak düzenleyen, kendini Tanrı’ya adama, kendinden onun için vazgeçme anlayışlarını anımsatıyor. Pitirim Sorokin; ”Dinsel alanda sevgi, Hristiyanlıkta ve öteki büyük dinlerde en yüksek değer olan Tanrı ile özdeşleştirilmiştir. Sevgi Tanrı’dır. Sevgi kendini vermektir” (Akt. Krich,2002) demektedir . Ancak; ”Rönesans ve Hümanizm insanı evrenin merkezine oturtup, insanın kendi dünyasını yarattığını beyan ederken, insan da Tanrı’nın gözünde yaratılmışlığını kaybetmişti” (Arkonaç,1999, s.24). Sosyal hayatı, inanışları, normları, ötekiyle ilişkileri, doğruları ya da yanlışları değiştirebilen çeşitli süreçlere dayalı bir çok etken, kavramları da bu değişimler doğrultusunda yeniden yapılandırmakta. Aydınlanma döneminde, varlığının kaynağını Tanrı’dan alarak dünyada kendi failliği ve kararlarıyla ve sorumluluklarıyla tek başına kalan insan, dünyayı Tanrı’nın buyruklarıyla değil, yüzyıllar boyunca bilimsel bilginin getireceği gerçeklerle yeniden yapılandırmaya çalışan insan, geçirdiği tarihsel, sosyal, dinsel, kültürel, psikolojik, ekonomik süreç ve değişimlerin sonucunda  varlığını adadığı, isteyerek boyun eğdiği, varlığının sebebinin emirlerini yerine getirmek olduğuna inandığı  Tanrı’yla özdeşleştirdiği teslimiyeti artık bir başka insanda bulabilecek bir anlayış geliştirdi belki de.

Herkesin “aşk” anlayışının öznel olabileceği düşüncesini yok saymadan, bizim belirli durumlardaki anlayışımızı, kabul ettiğimiz gerçekleri yaşadığımız çağın kültüründen,o kültürün kökeninden ve o kültürün almamıza izin verdiklerinden ayrı yapılandırıyor olmamızın imkansızlığını da her zaman göz önünde bulundurmalıyız. Sonuçta, katılırız ya da katılmayız, aşkın paylaşma, anaçlık, kıyamama, saygı, geliştirme, üretme gibi olumlu özellikleri de en az diğer kavramlar kadar “ulaşılabilir” bir yerlerdeyken elimizde gayet nevrotize edilmiş, ya da “hastalık”laştırılmış bir “aşk” bulunmaktadır. Benim önerim, bu durumu böylece kabul etmeden, ya da karşı çıkmadan evvel bu kavrama biraz daha yakından göz atmak olacak.

 

Bağımlılık, Sevme Yeteneksizliği,Üretici Sevgi                                   

Henüz konuşamıyorken bile   varlığından haberdar olduğumuz, doğduğumuz andan itibaren belki de ilk karşılaştığımız şeydir sevgi. Sevgiyi, insanlarla ilişkide, paylaşma, yaratma ve üretmede temel olarak ifade ettiğimizde, sevginin insan hayatının tümüyle kendisi olduğunu söyleyebiliriz. Hem bize kültürümüzün getirdiği toplumsal bir miras olarak, hem kendi arayışlarımızın bir sebebi ve ürünü olarak, hem de insan varlığının sembolü ve örneği olarak sayısız ve oldukça öznel bir çok sevgi biçiminden bahsedebiliriz. Bu biçimlerden en fazla kafa karıştıranı, ya da en fazla birlikte anılanı, ya da en fazla yer değiştireni bir başka insana duyulan sevgi, ki buna aşk diyebiliriz, ve bir başka insana uyulan  bağımlılık arasındaki ilişkidir.

Sevgide bağımlılığın  tarifini Schaeffer, sevgi bağımlılığı tanımıyla yapıyor: “Sevgi bağımlığı,tatmin olmamış ihtiyaçlarımızı karşılamak,korkudan ve acıdan korunmak, problemlerimizi çözmek ve var olan dengeyi korumak amaçlarıyla, kendimizden başka birisine güvenmemizdir” (Schaeffer, 2001) .

Karen Horney ise The Neuratic Personality of Our Time adlı eserinde, sevmeyi ve sevme yeteneksizliğini birbirinden ayırıyor. Sevgide sevme duygusunun önce geldiğini, hastalık derecesinde sevgide ise ilk duygunun güvenlik ihtiyacı olduğunu, ve kişinin anksiyetesini bastırmak, güven arayışını tatmin etmek gibi farkında olmadığı bir takım itkileri sevgi maskesiyle örterek hareket ettiğini belirtiyor:

“Çoğumuz zaman zaman sevgi duyarız.Ama bu, sevme yeteneksizliğiyle bir arada gidebilen bir niteliktir. Önemli olan, sevgiyi doğuran davranıştır. Ancak bu, başkalarına karşı olumlu bir  temel davranışın belirtisi midir, yoksa sözgelişi, birinin bir insanı kaybedeceği korkusundan mı, ya da  başkasını eline geçirmek tutkusundan mı doğmuştur?...............................................

Bir insanın başkasının sevgisine olan ihtiyacı, anksiteye karşı güvenlik  duymak içinse bu konu zihinde büsbütün bulanıklaşacaktır; çünkü o genel olarak anksiyete halinde bulunduğunu ve güvenlik için sevgi aradığını bilmez. Onun bütün hissettiği, karşısında sevdiği ,güvendiği ya da kendisine bağlı olduğunu sandığı bir insan görmesidir ”  (Akt. Krich,2002).

Horney aynı zamanda burada sevme yeteneksizliğine sahip kişilerin, kendi istekleri yerine getirilmediğine verdiği aşırı tepkiden ve karşısındaki kişinin  özelliklerini, sınırlarını, ihtiyaçlarını, isteklerini önemsememek davranışından ayırdedilebileceğini ifade ediyor (Akt. Krich, 2002).

Bu noktada Eric Fromm’un yaptığı bir başka tanım olan üretici sevgi, Horney’nin sevme yeteneksizliğine sahip kişilerin karşıtı olarak ortaya koyduğu gerçek sevgiyi andırmaktadır: ”Üretici sevgi çeşitli davranış biçimleri kapsar: İlgi duyma,sorumluluk,saygı ve bilme.Eğer seviyorsam, öteki insanın gelişmesi ve mutluluğuyla ilgilenirim. Sorumluyum, onun belirttiği ve belirtmediği ihtiyaçlarına karşılık veririm. Saygı duyarım, onu kendi korku ve isteklerime kapılmadan görürüm” (Akt. Krich, 2002) .

  Fromm,  insanın yalnızlık duygusundan kaçınmak için ömür boyu bir diğeriyle “ilintili” olmak durumunda olduğunu ve bunun sevgiyi de kapsayan bir çok biçimi olduğunu ifade eder. Karen’in “sevme yeteneksizliği” olarak tanımladığı ilişki anlayışı burada da karşımıza çıkmaktadır. Fromm’a göre ;

“İnsan ya başka bir gruba,insana ya da Tanrı’ya tabi olarak dünya ile bir olmaya çalışır.Ayrılığı yenmenin öteki yolu da başkalarını kendine tabi kılarak dünya üzerinde güce sahip olup,dünya ile birleşmek,özdeşleşmektir.Böylece bireysel varlık zorbalıkla aşılmış olur. ... Söz konusu her iki insan da bütünlük ve özgürlüklerini yitirmişlerdir;birbirleriyle ,biribirinden yararlanarak yaşar ve yakınlık özlemini tatmin eder. Ama bunlar özgürlük ve bağımsızlığa ihtiyaç gösteren iç kuvvet ve kendine güvenden yoksundurlar. ... Bunlardan birisi tarafından yönetilen bir insan,aslında başkalarına bağımlı olur; kendi bireysel varlığını geliştirecek yerde, boyun eğdiği ya da hükmettiği kimselere bağlanır.” (Akt. Krich, 2002)

 

Yukarıdaki iki sevgi sınıflaması da, sevmenin bir gerçek, üretici biçimini, bir de güvensizlik ve korkudan ya da bazı kişisel yetersizliklerden kaynaklanan bağlanma arayışını tarif etmektedir. Bu anlamda aşkın “yıkıcı” tarifinin bu sınıflamaların ikinci kısmına girdiğini söyleyebiliriz.

Peki  sevgide bu bağımlılık özelliğinin belirleyici oluşu psikolojik olarak nasıl açıklanabilir? Burada Eric Berne’nin transaksiyonal analizi açıklayıcı bir örnek oluşturabilmektedir (Akt.Schaeffer,2001). Berne karakterimizde Anne-baba, Yetişkin ve Çocuk Benlik durumları olduğunu öne sürmektedir. Hayatı güçlü his ve arzularımız yoluyla algıladığımız, istek ve ihtiyaçlarımızı tanımlayan ve onları karşılamaya çalışan, karakterimizin doğduğu ilk kısım Çocuk Benlik durumudur. Bilgileri toplayan,işlemden geçiren ve sonuca götüren, mantığın kullanıldığı ikinci kısım Yetişkin Benlik durumudur. Hayatımızı düzenleyen kuralların saklı olduğu, bizi tehlikeden koruyan, içimizdeki çocuğu engelleyen kısım ise Anne-Baba Benlik durumudur. Berne bağımlı ilişkilerin kökenini çocuk benlik durumunda aramamız gerektiğini öne sürmektedir. Bebeklikten çocukluğa ve sonrasında ergenliğe geçerken, geçtiğimiz her bir evrede ortaya çıkan ihtiyaçlarımızın anne ve baba tarafından belirli bir biçimde karşılanması gerektiği,ve bu evrede ortaya çıkabilecek bir takım sorunların, yetişkinlikte karşılaşılan bağımlılıkla kendini gösterebileceği ifade edilmektedir (Akt. Schaffer,2001). Bu da temelde bebeklikten başlayarak kurduğumuz ilk ilişkilerimiz, anne ve babamızla kurduğumuz bağlanma ilişkilerimizin olduğunu göstermektedir. Freud cinselliğin gelişimini Libido Kuramı’yla açıklamakta ve yetişkin cinselliğinin çocuklukta ikiye ayrılan ve benlik libidosu ile nesne libidosu adlarını alan libido çeşitlerinin birbirleriyle ilişkisinin bir sonucu olduğunu ileri sürmektedir. Freud’a göre libidinal enerji benlikten nesnelere yönelecek şekilde kurgulanmıştır ve benliğin nesnelerle kurduğu ilişkiler, özellikle erken çocuklukta anne ile kurulan bağlanma ilişkisi, kişinin nasıl bir insan olacağını belirlediğini ifade eder: İnsanlar ya bağlanma ya narsistik tipte nesneleri seçerler. Kendisine  bağlanma tipte nesne arayan insan, çocukluğundaki annesini, ondan gelecek ilgiyi ve şevkati , ve bunun doğrultusunda ona bağlanmayı arayacak, narsistik tip nesne arayan insan, diğer insanlarda, sevgilerinin nesnelerinde kendilerini arayacaklardır (Freud, 1981) .

Nasıl Bir Aşk?

           

            Gerek toplumsal değerlerle, gerek kişisel tarihimizle itildiğimiz bağımlı ilişkilerin alternatifi, bir kişi olduğumuzun, kişisel değer ve amaçlarımızın aynı zamanda seçme özgürlüğümüzün farkında olduğumuz , aynı zamanda karşımızdaki insanın da bu özellikleri taşıdığını göz önünde bulundurduğumuz, ben ve seni kaybetmeden biz olabildiğimiz, ortak güzellikler yaratabildiğimiz, tek bir hayatın içine sıkışıp kalmaktansa, yeni bir hayat yaratabileceğimiz bir ilişkidir. Solovyev için gerçek sevgi “yalnızca başkasında ve kendisinde insan bireyliliğinin şartsız önemliliği duygusunu yaratan değil,gerçek hayatta da bu şartsız önemliliği vurgulayandır” (Akt. Krisch, 2002). Simone de Beauvoir ise gerçek aşkı şöyle tanımlıyor:

           “Gerçek aşk, iki ayrı özgürlüğün karşılıklı tanınması temeline oturtulmalıdır.O zaman her iki aşık da kendisini hem kendisinin, hem de karşısındakinin varlığı olarak görebilecektir; hiçbiri  üstünlüğünden vazgeçmeyecek, hiçbiri sakatlanmayacaktır. İkisi de birlikte olunca dünyada değerler ve amaçlar bulup ortaya çıkaracaklardır.”  (Akt,Krisch, 2002)

          Gerek Solovyev, gerekse Beauvoir, içinde aşk kavramı geçen her türlü yayında görebileceğimizin aksine, sevgiden ve aşktan bahsederken özgürlük, bireylilik gibi kişiye özgü değerleri öne koyuyorlar ve sevginin bunları zenginleştiren bir bağ olması gerektiğini vurguluyorlar.

            Bir aşk ilişkisini iki kişinin birbirine ettiği bir eziyet halinden, karşılıklı bir paylaşıma çevirebilmenin yolu, sağlıksız bir bağımlılığı ortaya çıkartan her ne ise bunun önce farkına varmaktır. Hayatı ve iki insan arasında yaşanabilecek en derin şeyi güzelleştirebilmenin yolu ,kendini ve karşıdakini iyi tanımak, kendine ve karşıdakine güvenmeyi öğrenmek olacaktır.

Schaeffer, sağlıklı bir ilişkiye hazırlıklı olabilmek için insanın önce kendi başına kalabilmeyi öğrenmesi gerektiğini, ve sevgi ve özgürlüğün temelinde kendini bilmenin ve kendi kendine yeterli  olabilmenin, “ben kimim” sorusunu sorabilmenin yattığını ifade etmektedir .

Kaynakça:

Arkonaç, S. (1999) Psikolojide İnsan Modelleri, Alfa Yayınevi,  İstanbul

Freud, S. (1981) Cinsiyet Üzerine, çev. A. Öneş, Say Yayınları, 12.basım, İstanbul

Krich, A. (2002).  Aşkın Anatomisi , çev.M. Harmancı,  Say Yayınları, 8.basım, İstanbul

Schaeffer, B. (2001). Sevgi mi Bağımlılık mı?, çev.A. Atay, 7.basım, Okyanus Yayıncılık,

İstanbul

Yorum Yap
UYARI: Küfür, hakaret, rencide edici cümleler veya imalar, inançlara saldırı içeren, imla kuralları ile yazılmamış,
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.
Yorumlar (2)
Yükleniyor ...
Yükleme hatalı.