Sahici ve sağlıklı ilişkiler yaşamanın ve bu ilişkileri sürdürmenin çok zor olduğu bir zaman diliminde yaşıyoruz. Aşkın sihirli şarkısının bizi çağırmasını ve bu büyülü bahçenin içinde birbirimizin gülü bülbülü olmayı hayal ediyoruz lakin devir ne Leylaların ne de Mecnunların devri artık! Yine de Leyla ve Mecnun misali bir tutkuyla olmasa da, “büyük bir aşk” yaşamak ve bunu evlilikle neticelendirip masalı mutlu sonla nihayete erdirmek bir çok gencin hayallerini süslemeye devam ediyor.
Çoğu insan, bütün hücrelerine zerkedecek bir aşkla tutkun olduğu bir kişi ile evlenmeyi hayal ediyor etmesine de; bir yandan da “Evlilik aşkı öldürüyor mu?” sorusu gündelik hayatımızın en popüler konularından biri olarak zihinlerimizi meşgul etmeye devam ediyor. Aslında bu sorunun yanıtını aramaya çalışmaktan önce, evlilik gibi büyük bir “projeye” imza atmaya karar verirken, en önemli referansın “aşk” denilen duygu olması, evliliğin selameti açısından ne kadar sağlıklıdır diye düşünülmesi gerekmez mi hiç?
Aşkı tanıyan ya da anlamını bilen herkes az çok bilir ki, aşk içine girildiğinde akla ihtiyaç duyulmaz olur. Bu bakımdan aşığın aklı, gönlünün emrine amade hale geliverir. Aşık olunan kişi, maşukun gözünde yüceltilir, yere göğe sığdırılamaz olur; aşktan gözü kör olan sevgililer birbirlerinin kusurlarını göremezler yahut aşık oldukları kişinin herhangi bir kusur sahibi olabileceğini düşünmek dahi istemezler. Aşkın büyüsüyle, karşımızdaki kişiyi neredeyse insanüstü özelliklere haiz bir varlık olarak görmek kaçınılmaz olur çoğu zaman. Şairin dediği gibi “Aşk, ruhlardan varlığın sırlarını gizleyen kör edici bir sistir; yürek, tepeler arasında sadece titreşen arzu hayaletlerini görür ve sessiz vadilerin arasında saklanan çığlıkların yankılarını duyar.”
Birbirine delicesine kapılmak ve tutkuyla bağlanmak, onu her şeyiyle çok seviyorum ve istiyorum demek çok cazip bir durum gibi görünse de, bu durum tamamen fiziksel cazibe ve bedendeki hormonal patlamayla alakalıdır. Ve ne yazık ki hormonlar her zaman güvenilir değillerdir, fiziksel cazibe ise geçici ve değişken bir durumdur.
Hal böyleyken sadece aşk denilen duygunun peşinden sürüklenip, mantıki referansların devre dışı bırakıldığı bir sürecin sonunda evlilik kararı verildiğinde; pürüzsüz, sorunsuz, mükemmel bir peri masalının içinde sonsuza kadar mutlu yaşama hayali ile evliliğin eşiğinden içeri giriverildiğinde asıl film işte bu noktada başlar.
İlk şok, aşık olunan kişinin sıradan/normal bir insan olduğu gerçeği ile yüzleşildiğinde yaşanır. Onca zaman neredeyse insanüstü bir varlık olarak algılanan aşığın, herkes gibi sıradan bir günlük yaşamı sürüyor olması, diğerleri kadar kusurları, ayıpları, hataları bulunduğunun fark edilmesi yaşanacak olan hayal kırıklarının açılış perdesidir. Sabah uyandığında saçı başı dağılmış, gözleri çapaklanmış, akşam işten yorgun argın ve belki sinirli bir halde eve dönmüş, dünyanın türlü türlü halleri içinde çeşitli sıkıntılarla boğuşmaktan bitap düşmüş o kişinin; bir zamanlar aşık olup evlenilen o kadın/o adamdan çok farklı biri olduğu düşüncesi birden çıkagelir ve “Sen evlendikten sonra çok değiştin!” vokaliyle karşılıklı suçlamalar havada uçuşmaya başlar. Bunun yanı sıra küçük kaprisler ve özensiz davranışlar, bardağı taşıracak son damla rolünü üstlenebilirler.
Aşkın verdiği gazla ve cesaretle, “Her şey çok güzel olacak” tarzı Pollyannaca şarkılar eşliğinde, çok yüksek beklentilerle evliliğe adım atmışsanız, daha sonra derin “of”layışlarla gerçeklerle sert bir çarpışma süreci yaşamanız kaçınılmaz olacaktır. Beklentileriniz ve hayalleriniz ne denli büyük olursa, gerçeklerle yüzleşme ve uzlaşma süreciniz de o denli sancılı yaşanır. Bu sancıların ortasında kıvranan, bir zamanlar birbirlerine deli gibi aşık olup evlenmiş olan çiftler, aşkın gelip tüm sorunları halletmesini beklerler ki heyhat nafile bir bekleyiştir bu. Çünkü aşk da diğer bütün duygular gibi değişkendir ve tek başına hiçbir şeyi halledebilme becerisine sahip değildir.
Bu satırlardan aşkın tamamen ötelenip mantık evliliğinin ön planda olması gerektiği sonucu çıkarılmamalı asla. Elbette ki hepimiz sevdiğimiz ve sevildiğimiz ilişkilerin içinde yer almayı arzu ediyoruz, sevmek ve sevilmek dürtüsü en önemli arayışlarımızın başında geliyor. Yalnızca, evlilik gibi hayati bir kararı verirken, tek kriterinin delicesine aşık olmak beklentisi olmaması gerektiği; aşkın yanı sıra -hatta belki de aşktan önce-bazı gerçeklerin göz önünde bulundurulmasının elzem olduğu kanaatini taşıyorum. Aşkın evliliğin elinden tutabilmesi için; doğal çekicilik, ortak değerler ve ilgi alanları üzerinde uzlaşma, birbirine denk olma, arkadaşlık, samimiyet, fedakarlık, saygı, gerçekçi beklentilere sahip olma gibi vasıfların var olmasının, aşktan daha önemli olduğunu düşünenlerdenim.
Evliliğin de hayat içindeki diğer süreçler gibi inişli çıkışlı bir serüven olduğunu, mutlu ve mutsuz zamanların olabileceğini ve karşınızdaki kişinin kusursuz bir mutluluk kaynağı olmadığı/olamayacağı gerçeğini kabul etmek, sağlıklı evlilik ilişkisi yaşayabilmenin en temel şartıdır zannımca. Başlangıçtaki bu ön kabul ve aşktan kör olmamış gözlerle yapılan seçimlerin ve yaşanan evliliklerin daha sağlıklı olduğu/olacağı aşikardır.
Evlilik aşkı öldürüyor mu sorusuna tekrar geri dönecek olursak, aşkın beslenmediği takdirde her halikarda ölmeye mahkum bir duygu olduğu bilinen bir gerçektir. Aşkı yarı saydam bir kutu içinde her an kırılabilecek bir kristal parça gibi muhafaza etmez ve gereken özeni göstermezseniz, ellerinizden kayıp gider, tuzla buz olur ve siz de yitip giden bu duygunun katlinin ardından, -evlilik gibi- failler aramak zorunda kalırsınız. Aşk denilen şey kocaman bir yürek ister, evlilik ise aşktan çok daha fazlasını! İyi günde ve kötü günde, hastalıkta ve sağlıkta… Gerisi teferruattır!