Afrika’da ölmek*

Mehmet ASLANOĞULLARI



Okulun önü hınca hınç insan dolu. Bugün yaya yürüyüp okula gitmek, böylece okul yolunu iyice öğrenmek istiyordum. Daha önce zihnin ilan tahtasına astığım anahtar binaları takip ederek ezberlediğim büyük binaların sağından solundan yürüyorum, meğer birçok yerden dönerek ilerlediğimi sandığım gidek yerine neredeyse dümdüz bir yoldan varılıyormuş. Sonra büyük bir pizza salonundan sağ tarafa çıkarak okula varacağım ki müthiş kalabalığı fark ediyorum.
İçimden geçen nehrin kara sularında yatay karakterli, bold stilli metalik yazıda Ekim ayında olduğumuza göre sömürge olmaktan kurtulan Libya’nın bağımsızlığıyla ilgili milli bir bayram olmalı yazıyor. İtalyan sömürgesi olmaktan kurtulduğunuz falan yok, annelerinize mama, bebeklerinize bambino diyorsunuz, sizdeki makarna ve pizza çeşitleri bırakın Milano’da, antik Sicilya adalarında hatta bir tür İtalyan sömürgesi olan Malta’da bile yok. Oldu olacak şu Tripoli’ye bir de Pizza kulesi yapın da bundan sonraki bayramların resmi kutlamalarını bu kulenin altında yapın şeklinde ipe sapa gelmez ilkel milliyetçilik (?!) naraları geçiyor içimden. Ah minel irade! İlle de sorgular durursun, ille de karşılaştırır, ille de biri bin yapar, binden on binler, bunlardan da genellemeler çıkarırsın. Oysa ‘bu dahil bütün genellemeler yanlıştır’ değil mi?

Akıl oyunları peşimi bırakmıyor ama itiraf etmeli ki cep telefonu ve bilgisayar oyunlarından daha keyifliler. Oyunu devam ettirmemi okula varmış olmam birden sona erdiriyor. Okul dışındaki kalabalığa yaklaştığımı fark ediyorum, kimsenin beni gördüğü yok. Neden hiç kimse bu tarafa bakmıyor? Kalabalığa içeriden kimi çocuklar karışıyor. Son sınıf öğrencilerinden birinin gözlerinden yaşlar akıyor sımsıcak. ‘Ne oldu Habib, bir şey mi oldu? Yanımda senem gibi dikelmiş Habib. Gözleri gözlerimin beyazlığının içini eriterek konuşuyor: Ömer Hoca kalp krizi geçirmiş, ölmüş’ diyor.

-Niye?

Dudaklarım kıpırdadığında bunu söylemişim. İçimden Kevserler geçiyor, yüreğimin orta yerinde,-Erzurumlu İbrahim Hakkı Hazretlerinin kalbin merkezindedir dediği, gönül okyanusuna dökülüyor, oradan taşıyor, Akdeniz’in en güzel sahillerini barındıran Arapların Tarabulus’una karışıyor, oradan Tarık’ın Dağına, son olarak ta Atlantis’in gayb kıtasına dökülüyor. Ama hiçbir kervansaraya uğramadan buradan Pasifik’e deveran ediyor ki, boşuna barış okyanusu demişler Pasifik’e. Pasifistlikle barış mı olur? Bu düşünceler zihnimden geçti mi hatırlamak nemümkün. Soruma ekleme yapma gereği hissettim.

-Niye? Niye n’lmuş? Nasıl? Ölmüş mü gerçekten?

Ve bir sürü soru daha. Habib’in bu soruları duyup duymadığı bilinmiyor. Bahçe kapısından içeri girdim, herkes ağlıyor, öğretmenlerin kimi başını ellerinin arasına almış, kimi Araf’ta toplanmış gibi şaşkın, veliler tedirgin, üst sınıftaki öğrencilerin tümü ağlıyor. Birkaçı ağlamak için kendini zorluyor ama ölümün sıcaklığından(?!) pek haberdar olmadıklarından ağlamaktan göz pınarları kurumuş yaşlılar gibi gözlerinin kenarları maviye kesmiş gibi duruyorlar ve arada ağlayanlara bakıyorlar. Alt sınıftaki miniklerin bir kısmı sınıflardan dışarı çıkartılmamış, diğer bazıları bağırıp çağırarak ortalıkta koşturuyorlar.

Bana, bütün bunlar birer filmmiş, şerit bittiğinde gözlerimin önünden çekip gideceklermiş gibi geliyor. Sonra ölen gençleri, gençlerimizi ve kuzenimi düşünüyorum. Ölüm haberini veren yeğenime şaka yaptığını söylemiş inanamamıştım. Sonra rüyalarımda görüp te sen ölmedin mi diye sorunca ‘Yoo, ben ölmedim ki’ diyordu hep. ‘Sen öyle sanıyorsun’. Hep şehit olduğuna inandırmak istemiştim kendimi. Evliliğinin ilk yıllarında şohben kazasına kurban çiftler gibi o da göçüp gitmişti. Ve ben şimdi Ömer hocanın…
……………………..
Libya’da ölmek te mi vardı Yaşar Kemal romanlarından fırlayıp Afrikalara gelen epik karakter ey? Sen hocam, sırf bana ‘Ölüm, insanoğlunun alnına bir genç kızın boynundaki gerdanlık gibi yazılmıştır’ demek için mi getirildin ta buralara? Daha dün gece sözü edilen Kerbela Şahını hatırladım birden, sonra çöl, susuzluk, elem ve gözyaşı. Medine yolunda çilekeş yolcu. Evet doktor, ‘Afrika, yeryüzünün yanaklarına sürekli sıcak bir gözyaşı damlacığını boşaltmıştır’

Bu mudur?

İnsan kendi ülkesi dışında, bütün tanıdık ve bilindik kişilerden ırak, nasıl olur da, neden, ölür mü? Kim kaldırır cenazesini, kim yıkar bedenini, genç insanlar da ölür mü, hem ülkesine dönmeden, hem daha ev alacakken Ankara’nın kenar bir semtinde, hem para biriktirirken? Evli ve üç buçuk yaşında bir çocuğa sahipken ölünür mü? Tek başınayken bari ölse insan, hiç olmazsa arkasında bekleyeni yok. Bu daha mı acı, daha da az acı mı? Acı var mı, acı? Çok. Boğazımdaki ekşimsi tat mıdır acı? Bu acıyı kussa insan, bir daha acır mı? Ya Abdi dayı da ölürse bir gün? Yok bunu düşünmemeliyim. Abdi dayı ölmeyecek ve bin dokuz yüz seksen altı yılından beri görmediği memleketine beraber dönücez. (İnşaallah)

Ben mi? Ölümü mü düşünmek? Afrika koçeri Mehmet Akif’in medfun olduğu Edirnekapı girişinde asılan pankartta yazılı ‘her nefis ölümü tadacaktır’ sloganı, yılanlar ve çiyanlar aklıma her hafta birkaç kez hücum etmekteler. Ondandır ki hele Şubat ayında Fatih camiinin avlusundan her geçişimde ‘ölmek için güzel bir gün’ aforizması başıma bela oluyor, sebepli sebepsiz ‘Geri döndüren gördün mü geçmişi? Boşa geçirdin o nazlı gençliği… v.s mealli şarkının sözlerini düşünmek zorunda kalıyordum. Şarkı ki bin tane ilahi dinlesen bünyeyi bunca sarsmaz, bir çekim alanına sokuyor adamı. Ölüm ki bir şiirin dizelerinde en güzel anlamını buluyor;
‘Dağ sularına karışan cevahir içinde, kıvrılıp yatan bir yılandır ölümün insana bakması’**

*Trablus’ta kalp krizi geçirerek yaşamını kaybeden adı bende saklı merhum öğretmene ithaftır.
**Israr Falcıları, Mehmet Butakın