Kemal Sayar: Terapi Alınır Satılır Bir Şey Haline Getirildi
Psikolojik terapilerin kapitalistleştiğini söyleyen Prof. Dr. Sayar “Duygular da artık metalaştırılıyor.
Örneğin, reklâmcılık endüstrisi psikolojinin tam bir istismarından ibarettir. Duygusal kapitalizmin diğer bir
sonucu da insanların bazı duyguları pazarlayabilir hale gelmesidir. Ayrıca duygusal incinebilirliğin öne
çıkarılmasıyla terapi kültürünün yaygınlık kazanması bu duruma destek vermiştir. Terapi de sonunda
alınır satılır bir “şey” haline dönüştürülmektedir. İnsanlar en ufak bir incinebilirlik hissettiklerinde terapistlerin ofislerine koşmakta ve günlük hayatın içinde dayanması, mukavemet etmesi gereken şeyleri bir terapistle paylaşarak rahatlama yoluna gitmektedir. Bu da incinebilirlik ideolojisini öne çıkarmaktadır.” diyor.
Çağ değişimi insanlar üzerinde büyük etkilere sebep oluyor. 21. Yüzyıl’ın pek çok yüzyıla nazaran teknolojiye bağlı olarak hızla değişmesi insanların ruhları üzerine büyük bir baskı unsuruna dönüşüyor. Neyin doğru olduğu, yeni çağa nasıl uyum sağlayacağımız? gibi sorular bazen ruhlarımız üzerinde büyük bir tahribata sebep oluyor. Tam bu noktada psikologlar gündeme geliyor. Gerçekten bir psikoloğa ihtiyacımız var mı? Biz de bütün bu soruların ötesinde daha başka soruları Psikiyatr Prof. Dr. Kemal Sayar’a sorduk. Kemal Sayar “Terapi” adındaki kitabıyla bütün bu tartışmalara ışık tutacak bir eser ortaya koymuş. Röportajımızda Sayar kul’la yaratanı ayıran bütün terapilere karşı olduğunu da vurguluyor. Duygularımız, psikolojimiz üzerine bir fikir egzersizi…
Kitabınız başlangıcında “Ya şeytanlarımı kovayım derken, meleklerimi ürkütürsem?” cümlesiyle başlıyor. İnsanlar şeytanlarını kovayım derken nasıl meleklerini ürkütüyor?
Benim terapi odamda, danışanlarımın oturduğu yerin hemen yanı başında bir kâğıt mendil kutusu durur. Bazen danışanlar takılır, “Bizim ağlamamızı mı bekliyorsunuz?” diye sorarlar. Ama o etkileşim içinde kişi geçmişin olumsuzluklarına odaklanırken ister istemez duygusal bir yoğunlaşma yaşayabilir. Sıklıkla gözleri nemlenir ve ağlar. Psikoterapide geçmiş yaşantılar üzerine odaklanırken olumsuz olan çok ön plana çıkabilir. Geçmişi yaşanan yoksunluk ve sıkıntılar etrafında kurgulamak, hayatın getirdiği imkânları, kazanımları, sevgiyi gözden kaçırmamıza yol açabilir. Özellikle psikanalitik terapilerde insanın geçmişinin kurbanı olduğu yönünde naif bir determinizm mevcuttur. Determinist öğretiye sıkı sıkı bağlı kalmak insanın geçmişte yaşadığı ıztırap ve dertlerin bir kurbanı olduğu ve bunları çözmeksizin kendisi için bir kurtuluş olamayacağı yolunda tartışmalı bir görüşü bize sunar. Halbuki insanın hayatının ilerleyen dönemlerinde karşılaştığı olumlu yaşantılar, geriye dönük olarak sağaltıcı bir işlev gösterebilmektedir. Yani olumlu deneyimler geçmişin olumsuz deneyimlerinin izini silebilir. O yüzden şeytanları kovarken melekleri ürkütmekten kaçınmak gerekir. Hayatın bize sunduklarını ıskalamayan, kâinatı kuşatan o eşsiz neşeyi ve rahmeti fark etmemizi sağlayacak bir bilinç hali, bizi meleklerimizi taşlamaktan alıkoyar.
Sizi tam olarak bu kitabı yazmaya iten neydi?
Günümüzde birçok insan dertlerini açmak ve yardım alabilmek umuduyla terapi ofislerine başvuruyor. Fakat ne yazık ki, bu insanlar her zaman ihtiyaç duydukları yardımı alamıyor. Uygulanan terapi yöntemleri hayal kırıklığına sebep olabiliyor. Sorunlar iyileşemediği gibi, terapi ofislerinde derman arayan insanların umutları da giderek azabiliyor. Bu durumun ana sebeplerinden biri, ne yazık ki, terapi kuramlarının insanların önüne geçmesidir. Kendi meslekî yaşantımda terapi uygulamalarından kaynaklanan hayal kırıklıklarını çok dinledim. Bu sebeple bu soruna dikkat çekebilecek, terapi kültüründeki eksiklik ve ön kabullenmeleri işaret edebilecek bir kitap yazmak istedim. Bu kitap aynı zamanda modernleşmenin getirdiği yersiz yurtsuzlaşmaya da dikkat çekmek hedefindedir. Modern hayatın insanın ruhsal kaynaklarını nasıl kuruttuğunu dile getiren bir modernlik eleştirisidir. Böylece meselenin sadece insanların bireysel hayatlarında değil, aynı zamanda yaşadığımız kolektif ortamda da olabileceğini söylemeye çalıştım.
Terapilere kökten mi karşısınız yoksa bir form teklifiniz var mı?
Aklı başında hiçbir ruh sağlığı uygulayıcısı terapilere kökten karşı olmaz; bunu aklından geçirmez. Terapi neticede bir şifa yöntemidir. İnsanlara şifa sunan bir yönteme toptan karşı olmak insanın ancak bağnaz, sekter bir tutum içinde olduğunu gösterir. Ben terapilerin kültürel bir süzgeçten geçirilmeden uygulanmasına karşıyım. Günümüzde pek çok Batılı psikoterapi yöntemi hiçbir kültürel incelemeye ve analize tabi tutulmaksızın insanlara uygulanmaya çalışılıyor. Kitabımda psikoterapi yöntemlerinin berisinde bir ideoloji olduğunu tartışıyorum ve bunu detaylı bir şekilde yapmaya çalışıyorum. Her toplumun kendine göre bir normallik anlayışı vardır; her toplum kendi normallik anlayışını üretir. Batı toplumuna göre normal saydığımız bir insan, bizim toplumumuzda normal kabul edilmeyebilir. Meselâ rekabetçilik Batı toplumlarında çok üstün bir insanî vasıf olarak görülebilirken, bizim toplumuzda değerli değildir. Tam aksine diğerkâmlık, başkalarına yardımcı olabilmek, hayırseverlik daha değerlidir. Dolayısıyla değer bağımsız bir psikoterapi anlayışı yoktur. Siz insan bireyliğini, “hiper-bireyciliği” ön plana çıkaran, insanın kendi ihtiyaçlarını toplumun ihtiyaçlarının önüne koyan bir anlayışı evrensel bir anlayış diye kimseye sunmamalısınız. Başka toplumların başka değerleri vardır ve bu değerler Batılı değerlerden çok da üstün olabilir. Dolayısıyla ben insanın ruhî ıztırabını arttıran, insanın yabancılaşmasını sağlayan, insanı Tanrı’dan, insanı insandan uzaklaştıran terapi yöntemlerinin kültürel olanı dikkate almaksızın, Batı kültüründen ithal edilmesine karşıyım. Elbette terapilere toptan karşı değilim. Bir form önerim elbette var; kitabım da bununla alâkalı. İnsana kıymet veren, ahlâkı önceleyen, sosyal ve kritik bağlara dikkat kesilen “hermenötik” bir terapi yöntemi öneriyorum. Diyalojik bir psikoterapi öneriyorum. Yani ötekinin hikâyesini kendi hikâyesinin içine alan, ötekini dinleyen, ötekiyle konuşan, ötekinin zübde-i âlemliğini tescil eden, karşımızdaki insana sadece insan olmasından dolayı büyük bir paye veren daha insancıl bir psikoterapi yöntemi öneriyorum.
Kültürel farklılıklar psikoterapistle danışanı arasında ne tür bir öneme sahip?
Her psikoterapist, kendi danışanının kültürel arka planını bilmek mecburiyetindedir. O kültürel arka planı yeterince kavrayamazsak çok kolay ve önyargılı değerlendirmelerde bulunabiliriz. Bu bakımdan psikoterapistlerin aynı zamanda çok iyi kültürel analistler olması gerekir. Nitekim beni bu kitabı yazmaya iten saiklerden bir tanesi de maalesef kültürel okuryazarlığımızın toplumca ve meslek erbabınca yeterince geliştirilememiş olmasıdır. Eğer içinde yaşadığımız toplumun kültürel kodlarını çözmekte zorlanırsak insanların halet-i ruhiyelerini de yeterince anlamış olmayız. Dolayısıyla sadece insandan yola çıkan, sadece insanın içsel yaşantılarından ve geçmiş tecrübelerinden yola çıkan bir terapi anlayışının güdük kalabileceğini dile getirmiş oluyorum. İnsanı sosyal olandan, tarihsel olandan, kültürel olandan hatta giderek dini olandan soyutlayarak, izole bir varlık olarak ele alamazsınız. Bunu kitabımızın ikinci bölümünde “izole zihin kuramı”na yönelttiğimiz eleştirilerde detaylı şekilde ele alıyoruz. Her insan tarihin, kültürün, içinde yaşadığı coğrafyanın ve şartların bir ürünüdür. İnsanı derinlemesine ele almak istiyorsak insanın kültürel çözümlemesini çok daha dikkatli bir şekilde yapmak mecburiyetindeyiz.
“Pop psikoterapi”den bahsediyorsunuz. Bunu biraz açar mısınız?
Modern psikoterapiler kendilerini bilimsel bir kisve içinde sunuyor, ancak yine de Batılı kültürün izlerini ve dinî mefhumlarını bünyelerinde barındırıyor. Vahşi olanı evcilleştirmek, yabanî doğayı mantık sınırları içerisinde tasvir etmek gibi temel ilke ve düşüncelerden besleniyor. Bununla birlikte çeşitli psikoterapi okulları arasında giderek artan bir rekabet gözlemleniyor. Her kuram kendi paradigmasının gerçekliğini diğerine kabul ettirmek arzusuyla dayatma yarışına giriyor. Tüm bu çalkantıların arasında, kuramların arkasına atılmış olan “insancıl bakış açısı” kalıyor. Terapi kuramları ve kabullenmeleri, terapistin danışana yaklaşırken kullandığı araçlardan çok daha fazlası haline geliyor. Artık bu kuramlara uymak ana hedef halini alıyor. Bunların arasında terapistin danışanla olan insani ilişkisi giderek daha da az değer görüyor. Üstüne üstlük kapitalizmin bir sonucu olarak terapi de tüketilebilecek bir unsur olarak görülmeye başlanıyor. Böylelikle “pop psikoterapi” doğmuş oluyor. İnsanın insanla olan buluşmasının arka plana atıldığı, bu buluşmanın daha az değer gördüğü; terapinin materyalist sınırlar içerisinde değerlendirildiği bir terapinin varlığının ilâmı gerçekleşiyor. İnsanın insanla buluşmasının zenginliğinin giderek daha az yaşanabildiği, tarihin, kültürün, toplumsal bağlamın giderek daha fazla göz ardı edildiği bir psikoterapi şekli oluşuyor.
Önceden insanlar birbirlerinin dertlerini dinlerlerdi. Terapist modasıyla sizce duygular da ticarî bir meta haline mi geldi?
Eva Illouz, bu duruma duygusal kapitalizm adını veriyor. Duygular da artık metalaştırılıyor. Örneğin, reklâmcılık endüstrisi psikolojinin tam bir istismarından ibarettir. Psikolojinin bize duygular alanında sunduğu verileri reklâmcılar ticarî bir kapasiteye dönüştürerek insanları istismar ediyorlar. Bu anlamda, endüstriyel alanda psikolojinin insanlara mal satmak için ciddî bir şekilde kullanıldığını görebiliyoruz. Duygusal kapitalizmin diğer bir sonucu da insanların bazı duyguları pazarlayabilir hale gelmesidir. Ayrıca duygusal incinebilirliğin öne çıkarılmasıyla terapi kültürünün yaygınlık kazanması bu duruma destek vermiştir. Terapi de sonunda alınır satılır bir “şey” haline dönüştürülmektedir. İnsanlar en ufak bir incinebilirlik hissettiklerinde terapistlerin ofislerine koşmakta ve günlük hayatın içinde dayanması, mukavemet etmesi gereken şeyleri bir terapistle paylaşarak rahatlama yoluna gitmektedir. Bu da incinebilirlik ideolojisini öne çıkarmaktadır. Halbuki bizim psikolojide ve psikoterapide mukavemet kavramını (resilience) biraz daha öne çıkarmamız gerekir. Yani insan neye sahip olursa, ne şekilde davranırsa, hangi psikolojik güç noktalarına sahip olursa, hayatın zorlukları karşısında daha rahat mukavemet edebilir; bu önemli bir konudur.
Kuantumcular, NLP’ciler, türlü tuhaflıklar cirit atıyor
Birbiri ardına açılan terapi merkezleri var. Sanki mağazalar zinciri gibi. Bu duruma bakış açınız nedir?
Çok sayıda ehliyetsiz insanın terapi ofisleri açtığını görüyorum. Adı ve hiçbir geçerliliği olmayan, lise sonrasında devam edilen kimi kurslardan aldıkları diplomalarla maalesef terapi merkezi açtığını iddia eden insanlar var. Büyük bir başıboşluk ve denetimsizlik var bu alanda. Bir defa terapi uygulamasını gerçek mânâda bu eğitimde geçmiş ve formel terapi eğitimini tamamlamış insanların yapması gerekmektedir. Yahut terapi eğitimi almış bir psikiyatristin veya deneyimli bir psikoterapistin süpervizörlüğü gerekir. Bununla birlikte insanlar günümüzde daha çok işitilmek istiyor; çünkü komşuluk ilişkileri azaldı, yakın ilişkiler zayıfladı. Dolayısıyla kitabımda da söylediğim gibi insanların birbirlerini gerçekten dinlediği tek yer terapi ofisleri haline gelmeye başladı. İşitilmek ihtiyacındaki insanlar giderek daha fazla terapistlerden yardım almaya başladılar. Bunda bir sorun yok, gayet doğal. Ancak kimi açıkgözler de bu boşluğu görerek, bu ortamı istismar etmek isteyebilir. Ne yazık ki sağlık yasalarında büyük boşluklar var. Kuantumcular, NLP’ciler, türlü tuhaflıklar cirit atıyor. Yararsız bir sürü teknik ehliyetsiz ve diplomasız uygulayıcılar marifetiyle devreye sokuluyor. Terapi hizmetini kimin verebileceği, hangi eğitimden geçmiş, hangi ehliyete sahip insanların bu uygulamayı yapabileceği ile ilgili ciddî bir boşluk var ve maalesef yasal boşluk açıkgözler tarafından istismar edilebiliyor.
Mahalle aralarında eğitimsiz psikologlar olduğu doğru mu?
Mahalle aralarında, şehrin meydanlarında, şehrin en ünlü mahallelerinde eğitimsiz psikologlar olduğu doğrudur. “Cahil cüretkârdır” hükmü fehvasınca bu tür insanlar cirit atmaktadır toplumda ve insanlara zarar verebilmektedirler. Kişilerin yardım aldıkları terapistlerin hangi ehliyete sahip olduklarını sorgulamaları gerekir çünkü maalesef formel bir üniversite eğitimi almamış, psikiyatrist veya klinik psikolog unvanı taşımayan lise mezunları, terapi veriyorum diye ortaya çıkabilmektedirler.
Kültürel değişmeyle birlikte kendini teşhir etmek ne gibi sorunlara sebep oluyor?
Günümüz kültüründe görünürlük büyük önem kazandı. İnsanlar adeta göründüğün kadar varsın diyorlar. İnternetteki sosyal medya ağları tamamen bu amaca hizmet ediyor. Görünmemenin, göz önünden çekilmenin ölümle özdeşleştirildiği bir çağda yaşıyoruz. Herkes anonimlikten kaçıyor, küçük şöhretlerin peşinde koşuyor. Kendimizi ne kadar teşhir edersek ve ne kadar bunun neticesinde onay alırsak, o kadar var olduğumuz düşünülüyor. İmgelere dayalı dünyanın son numarası bu. Yeni teknolojiler imgenin bu yükselişini besliyor. Görüntü, öze galip geliyor. İşte böylesi bir dünyada terapinin insanların sahici ve varoluşsal meselelerine eğilebilmesi, bütün insanlığı kasıp kavuran anlam açlığına bir çare sunabilmesi gerekiyor.
İnsanların sen merkezli olmaktan çıktığını ben merkezli olduğunu söylüyorsunuz. Bu durumun neticeleri nelerdir?
Günümüzde bencillik tırmanıyor. İhtimam ahlâkı azalıyor. İnsanlar bir diğerine giderek daha az dikkat kesilir hale geliyor. Maalesef bütün dünyada narsistik kültür ve kibir bütün burçlara bayrağını dikiyor. Ben böyle bir patolojinin hüküm ferma olduğu bir ortamda terapilerin de narsisizmin değirmenine su taşımaması gerektiğini dile getiriyorum. Yani günümüzde maalesef bazı terapi ekolleri narsistik kişiliklerin üretilmesine hizmet ediyor. Bu da çok tehlikeli bir durum. İnsanlara şifa olsun diye sunduğumuz terapi yöntemleri insanların patolojilerini tırmandırıyor. Sadece sen değerlisin, “sadece sen önemlisin, diğer insanlar kesinlikle önemli değil; önemli olan senin ihtiyaçlarındır” tarzı yüzeysel bir yaklaşım insanların hem toplumlarıyla hem çevrelerindeki insanlarla bağlarının kopmasına yol açıyor. Bazen bizim kendi benliklerimizi geriye çekebilmemiz, içinde bulunduğumuz toplumda bizi aşan bazı yüce ülkülere hizmet edebilmemiz gereklidir. İnsan kendini aşabildiği, kendi nefsanî dürtülerinden kurtulabildiği oranda olgunlaşır ve kemalat yolunda bir seviye kazanır.
Psikiyatriste gitmek isteyen insanlara ne teklif edersiniz?
Yardım almak ihtiyacında olan her insanın harekete geçmesi ve yardım istemesi gerektiği kanısındayım. Bunun bir güçsüzlük göstergesi olmadığını unutmamaları gerekir. Hepimiz, neticede insanız ve bir diğerimiz olmadan, onun yardımı ve insanî varlığı olmadan yaşayamayız. Bu gerçekliği unutmadan, “benim sorunum için bir başka kulağın beni dinlemesi gerek” diyen herkesin psikolojik destek alabileceğini unutmamak gerekir. Bazen sadece anlatmak dahi içinizdeki zehri dışarı akıtmak mânâsına gelir ve tek başına şifa vericidir. Psikoterapi odasında gerçek bir karşılaşma, gerçek bir buluşma zuhur ediyorsa insanların şifa bulma ihtimali çok artar. İnsanların ruhsal ıztırapları için derman aramaları gayet tabiîdir. Ülkemizde iyi eğitim almış, mesleğinde etik kurallara uyan, gayet başarılı birçok psikiyatr ve klinik psikolog var. Unutmayalım, Hz. Mevlânâ’nın dediği gibi, “Nasıl susamış bir dudak suyu ararsa, su da susuzluğunu dindireceği bir dudak arar”.
H.Hüseyin Kemal / Yeni Asya Gazetesi
[email protected]
Türkçe karakter kullanılmayan ve büyük harflerle yazılmış yorumlar onaylanmamaktadır.